Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir. Mevlana Yaşlı Woswos gürültüyle Kuru Kastel(Çeşme)’in dut ağaçlarına yakla

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir.
Mevlana
Yaşlı Woswos gürültüyle Kuru Kastel(Çeşme)’in dut ağaçlarına yaklaştı. Arabanın durmasıyla kapı aceleyle açıldı. Hem kasteli hem de ağaçları mutlu eden bir neşeyle on-on bir yaşlarında bir çocuk oynaya zıplaya indi. Torununa merhamet ve sevgiyle bakan bir dede de arkasından inince mutluluk tablosu tamamlanmış oldu.“Acıktık dede hadi ziyafet çekeliiim” diye seslendi küçük çocuk. “Hemencecik Bahadır’ım,” dedi dede.
Dede ile torunun ortaklaşa gayretleri görülmeye değerdi. Acelece kilimler açıldı, taşlar ocak şekline getirildi, odunlar toplandı. Bagajdan çıkarılan poşetlerdeki patlıcan, biber ve domatesler Kuru Kastel’in üşengeç suyunda yıkandı ve nihayet ateş yakıldı. Şimdi yanan odunların üzerinde Mustafa emmi gibi emektar bir çaydanlık duruyordu. Çaydanlık ve demlik de bu keyfe ortak olmuşlar sanki karşılıklı şarkı söyler gibi keyifle ötüyordu. Ocağın içinde pişen patlıcan ve biberlere bu şöleni izlemek kalmış görünüyordu.
“Eee dede anlatsana arabada bir şey demiştin” “Haa” dedi Hacı Mustafa emmi. “Benim annem ve babam kırk yıl evli kalmışlar ama bu süre içinde hiç konuşmamışlar demiştim değil mi?” “Nasıl olur?” dedi küçük Bahadır. “Bu imkânsız” Dede gayet normal bir şey anlatıyormuş gibi bir yandan ocaktaki patlıcanları yanmaması için çeviriyor bir yandan da “Öyle öyle” diyordu
“Dilsiz miydiler?” “Hayır gayet sağlıklılarmış”
“Peki neden konuşmamışlar dede?”
Mustafa emmi pişmiş patlıcan ve biberleri soyarken Şeyh Muhammed’den kopup gelen bir rüzgar önce ağaçların yapraklarını sonra da yaşlı adamın saçlarını okşayarak geçti. “Burası çok güzel değil mi efendim. Havası farklı, insanı dinlendiriyor. Bir tarafta uzanan ova diğer taraftan bize bakan Şeyh Muhammed. Bir de Kuru Kastel akmaz diyorlar. Hem de ne güzel akıyor değil mi iki gözüm!” Çocuğun mekânın güzelliğini dinleyecek sabrı yoktu: “Hadi dede. Nasıl konuşmamışlar? Çok meraklandım.”

Dede bir an durdu. Konuştuğu daha küçücük çocuktu. Anlatacağı şeyleri anlamayacağını çok iyi biliyordu. Fakat yetmiş üç yıl ona çok değerli hayat tecrübeleri öğreterek geçmişti. Bunlardan biri: Bir çocuğa büyük adam gibi davranırsan, ona önem verirsen o da kendini büyük adam gibi görür ve Allah’ın izniyle bir gün gelir “büyük” olur bilgisiydi.. Çocuğun gözlerindeki çakmak çakmak sorulara baktı bir an. “Nasıl olmuş? Hadi anlat dede”
Dudağının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi Hacı Mustafa emminin. Bu tebessümün sadece mutluluktan değil de biraz da hüzünden olduğunu çocuk da hissetmiş miydi acaba? Ocaktan çıkan patlıcan belki de bu belirsiz hüzün yüzünden kapkara olmuştu.
Kabuklar ellerin yanmamsı için dikkat edilerek soyuldu. Yufka ekmek ikiye bölündü. Hala üzerinden dumanlar tüten patlıcan, yufka ekmeğin içine kibarca yatırıldı. Sonra da biber ve domatesler... Tuz da davete icaabet edince dede ile torunun meşhur ziyafeti başlamıştı: Kuru Kastel’de patlıcan, biber ziyafeti…
Hacı Mustafa emmi dürümü sıkıca sardı ve torununa uzattı. “Hadi ziyafeti başlatalım ciğerim.” Sonra çocuğun meraklı gözlerine daha fazla direnmemdi. Aslında Mustafa emmi bilerek sessiz kalmış, çocuğu meraklandırmıştı. “Çünkü ilim meraktı.” Ve ilmi kişi talep edecek, talep etmek için merak edecekti. Talep eden kişi ancak talebe olabilirdi. İşte en etkili öğrenme de bu anlarda gerçekleşebilirdi.
“Bak yavrum” dedi “Babam annemle on dokuz yaşındayken evlenmiş ve tam kırk yıl evli kalmışlar” Çocuk bir çırpıda hesaplayıp “Elli dokuz yaşına kadar” dedi. “Evet” dedi yaşlı adam “Annem öldükten sonra babam da çok kalmammış bu dünyada. Bir sene sonra o da Allah’a yürümüş.” “Evet” dedi merakla çocuk. Yoldan gençlerin sürdüğü iki motosiklet gürültüyle yokuş aşağı Kilis’e doğru aktı.
Dede devam etti. “Annem öldükten sonra babam cenaze, yastı derken bir ay geçirmiş. Bir ay sonra çok önemli bir şeyi fark etmiş. Ölen eşi hakkında o kadar çok şey bilirken, hiçbir şey bilmediğini anlamış.”Çocuk kafası karışmış bir şekilde dedesine baktı. Dede açıklamak gerektiğini anlamıştı. “Mesela kırk yıllık eşinin adını biliyormuş ama neden o isim verildiğini merak edip sormamış. Mesela hanımın sesini duysa tanırmış ama o sesin tonunu hiç fark etmemiş.”
Çocuğun gözlerinin içine baktı. Çocuğun anlamadığını daha iyi gördü. “Yani annemin ağladığını, güldüğünü görüyor ama onu nelerin güldürüp nelerin ağlatabileceğini bilmiyormuş. Babam ve annem birbirlerine çok bakmışlar ama hiç göz bebeklerini içindeki ışıltıyı görmemişler. Öylesine sıradan iki insanın birbirine baktığı gibi bakmışlar” “Ama hiç konuşmamışlar dedin” “Evet konuşmamışlar, öylece seslenmişler birbirlerine. Birbirlerinden bir şeyler isteyip, günlük hadiseleri aktaran yabancılar gibi. Fakat kalplerine dokunacak bir söz hiç söylememişler.” Bütün terbiyeli çocuklar gibi Bahadır da utanarak sordu. “Sevdiklerini söylemek gibi mi?” Hacı Mustafa emmi hudud yolundan gelen tırlara bakar görünüyordu ama bu dakikalarda çok uzaklara gitmişti. “Evet birbirlerine sevdiklerini söylemek gibi. İşte babam, annem öldükten sonra bunu fark etmiş. Meğersem bir ömür geçmiş ve annemle ama birlikte hiç konuşmamışlar…”
Bahadır’ın dedesinin yüzündeki değişiklik dikkatini çekmişti. Sanki dedesi değişmiş gibi göründü gözüne. O yetmiş üç yaşındaki, aksakallı adam gitmiş yerine küçük bir çocuk gelmişti. Torun dedesinin gözlerine dikti gözlerini. İhtiyar adamın gözlerinde iki damla yaş düştü düşecekti.. “Dede ağlıyor musun?” dedi. Dede yutkundu. Niyese gizlemek daha doğruymuş gibi geldi yaşlı adama. “Yok iki gözüm dedi. Dürümdeki biber acıymış.”
Küçük çocuk bu gün Kuru Kastel’ de aldığı dersle biraz daha büyüdüğünü hissetti. Dedesinin gözyaşlarının biberdeki acıdan olmadığını çok iyi biliyordu. Anladığı diğer bir şey ise insanlar yaşlanıp koca çınar da olsalar aslında küçük bir çocuktular.