Adı Agop... Soyadı Dilaçar... “Dilaçar” adını ona Atatürk vermişti. Türkçe’nin bilinen en büyük uzmanlarından biriydi. Atatürk dönemini

Adı Agop...
Soyadı Dilaçar...
“Dilaçar” adını ona Atatürk vermişti.
Türkçe’nin bilinen en büyük uzmanlarından biriydi.
Atatürk dönemini yaşamış bir cumhuriyet kuşağıydı.
Kendisi, Ermeni kökenli bir Türkiye yurttaşıydı.
Türk Dili’nin tam bir tutkunu ve belki de en iyi bileniydi.
Atatürk Agop’u la ta Birinci Dünya Savaşı günlerinde tanışmıştı.
Nasıl mı?
Hadi, önce Agop'u Atatürk'ün karşısına çıkaran süreci kısaca anımsayalım:
O, Kayserili bir Ermeni ailenin çocuğu olarak 1895 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul'a göç etmiş ailesi ona en sevdikleri adı koydular:
-Agop...
Ailenin soyadı Martanyan'dı...
Böylece aileye Agop Martanya da katılmış oldu.
Anadili Ermenice'ydi...
İstanbul'da doğup büyüdüğü için doğal olarak Türkçe'yi ve Rumca'yı da öğrendi.
O zamanki İstanbul öyleydi zaten... Türk, Rum, Ermeni iç içe yaşıyor; yollar, sokaklar, sokakta oynanan oyunlar ister istemez bu dili de öğretiyordu.
Küçük Agop İstanbul'u içinden kavrayarak yaşıyor; onu derinden içinde duyuyordu.
Annesi onu kulağına Ermenice ninniler söyleyerek büyütmüştü. Azıcık palazlanınca belki de sokaktan gelen ses, Türkçe olarak onu oyun oynamaya çağırıyordu.
Okula başladığında, İngilizce öğrenmeye başladı.
Ardından buna İspanyolca da eklendi.
Sonra Amerikan Kolejine gitti.
Gittiği okul, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün farklı kimlikleri ve dilleri içinde toplamış gibiydi. Burada edindiği arkadaşlarından ve derslerinde aldığı dil eğitiminden Almanca, Yunanca, Rusça ve Bulgarca da öğrendi...
Zehir gibi zeka, cin gibi beyni vardı.
Merak duygusu tam; çalışma azmi büyük; sabrı engin ve disiplini tamdı.
Derken lise eğitimi sırasında ünlü devrimci Türk şairi Tevfik Fikret'in öğrencisi oldu...
Yiyin efendiler yiyin;
Bu hanı yağma sizin;
Doyuncaya, tıksırıncaya;
Patlayıncaya kadar yiyin!"

İşte bu denli düzeni eleştiren Tevfik Fikret onu çok etkilemişti.
Agop, çalışkanlığı ve başarısı nedeniyle 1915 yılında Newyork Bilim Ödülü'nü aldı.
Okulu bitirdiği yıl, Osmanlı Devleti en zorlu günlerini yaşıyordu.
Birinci Dünya Savaşı'nda çok yerde çarpışıyor; savaş ve yokluk ülkeyi ve insanları büyük sıkıntı ve yokluklarla karşı karşıya bırakıyordu.
Okulu bitirince, bütün azınlık gençleri gibi Agop da apar topar askere alındı.
Yedek subay olmuştu.
Önce Diyarbakır’a, oradan da Kafkas cephesine gitti...
Ruslar’a karşı savaşırken yaralandı.
Devlet onu, üstün özverisinden dolayı madalya ile ödüllendirdi.
Askerde, Türk subayların yanı sıra Alman subaylar da vardı. Bunlar Türkçe öğrenmek istediklerinde Agop’tan yardım alıyorlardı.
O da canı kadar tutkun olduğu Türkçe’yi öğretmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
Bunun karşılığında da o subaylardan Almanca yazılmış gramer kitapları ediniyor ve dillerin teknik yönleri üzerine okumalar yapıyordu.
O yıllarda gerek genel dil ve gerekse Türkoloji çalışmalarında Almanlar oldukça yetkindi.
1917 yılında orduda görev yapan Ermeni subayların firar olayları artmıştı. Bunun nedeni; pek çok Ermeni ailenin "Tehcir" kapsamında göç ettirilmesiydi.
Bu nedenle Ermeni kökenli subaylar, daha güvenli görülen Güney Cephesi'ne gönderildiler.
Onlardan biri de Agop Martanyan'dı...
Yanına bir kaç Ermeni kökenli asker verilmiş ve Halep'e 7. Ordu Komutanlığı'nda görevlerine devam etmek üzere gönderilmişlerdi.
Ancak Şam'a geldiklerinde, yanındaki askerler kaşla göz arasında ortalıktan kayboldular.
Agop buna çok şaşırdı.
Ancak hayır; bu kural tanımazlık onun kişiliğinde yoktu.
Tek başına ordu karargahına gitti ve yeni görev yerine başvurdu.
Elinde tabancası, ilmühaberi ve bir kitabı vardı.
Onu karşılayan ordudaki subaylar; öteki askerlerin kaçma öyküsünü dinleyince ondan kuşkulandılar.
Pek çok dil bilen bu garip adamın bir casus olabileceğinden kuşku duyuluyordu. Komutan'a durum haber verildiğinde, O, bu kişinin yanına getirilmesi buyruğunu verdi.
Bir kaç asker, silahlarının süngülerini Agop'un sırtına dayamış bir durumda Agop Ordu komutanının karşısına çıkarıldı. ve
Ordu Komutanı kimdi dersiniz?
Çanakkale Kahramanı, Mustafa Kemal Paşa...
Mustafa Kemal Paşa kendisine cin gibi bakan Agop’un öyküsünü denledikten sonra sordu:
-“Sen niye kaçmadın?”
Agop, bu soruya fena halde sinirlendi:
-“Niçin kaçayım? Ben bu vatan için kan döktüm. Madalyam var... Kafkas Cephesinden kaçmadım ki; Şam sokaklarından kaçayım! İzin verin şu süngüleri çıkarsınlar...”
Bu tepki Mustafa Kemal Paşa’yı çok etkiledi.
Paşa'nın bir işaretiyle süngüler geri çekildi.
Agop, üzerinde bulunan eşyalarını bir masanın üzerine koydu. Kemal Paşa’nın masaya konulan kitap ilgisini çekti. Kitap Latin harfleriyle yazılmıştı ve Türkçe’den söz ediyordu. Türkçe anlatılırken, Türkçe cümle ve tümceler Latin harfleriyle yazılmıştı.
Çok ilginç ve hoş bir şeydi bu:
Daha bir yıl önce, Enver Paşa Osmanlıca 'da sözüm ona bir devrim yapmış; yazıya sesliler eklemiş; bu kez zaten okuması zor olan Osmanlıca hiç okunamaz bir duruma gelmişti.
Kaş yapılırken göz çıkarılmıştı...
Ve şimdi Mustafa Kemal Paşa; bu gencin yanındaki kitapta, Latin harfleriyle yazılmış Türkçeyle karşılaşıyordu.
Zaten okumaya çok düşkün olan Paşa, pek çok dili ve dil özelliklerini ayrıntılı biçimde bilen Agop'la uzun uzadıya dil konularını tartıştı.
Derken savaş bitti.
Agop, savaştan sonra Sofya Üniversitesi’nden bir davet aldı.
O arada evlendiği Meline Hanım’la Sofya’ya gitti...
Aradan yıllar geçti.
Agop hala Türkçe üzerine ilginç yazılar yazıyor ve İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine gönderiyordu.
Derken Türkiye bir ulusal savaşa girmiş; bu savaşı kazanmış ve ardından cumhuriyet ilan edilmişti. Ülkede köklü devrimler yapılıyordu. Atatürk, dil ve tarih konularında da okuma ve araştırmalar yapıyor; dil ve yazı sorununa el atılması gerektiğini düşünüyordu.
Derken 1928 yılında yazı devrimi gerçekleştirildi.
Bu sıralarda çevresindekiler Gazi'yi Agop Mutanyan'ın İstanbul'da yayınlanan bir Ermeni gazetede çıkan yazılarından haberdar ettiler. Gazi ise Ermenice yazılan bu yazıların Türkçe çevirisini yaparak, bu zengin ve ilginç araştırma yazılarını okudu.
Son derece etkilenmişti.
Agop’un yazılarını okudukça belleği onu alıyor; ta yirmi yıl öncesine götürüyor; sanki bu kişiyi tanıyormuş gib bir duygu içine giriyordu.
Sonunda anımsadı.
Evet Gazi; Agop'u tanıyordu.
O arada Birinci Türk Dil Kurultayı için hazırlıklar yapılıyordu.
Derhal bir emir vererek, Agop’un kongre için çağrılmasını istedi.
Türkiye’ye gelen Agop Gazi'yle yeniden karşılaştı.
Kongrede son derece etkileyici bir bildiri sundu.
Gazi ondan İstanbul’da kalmasını ve Türk Dil Kurumu aracılığıyla yürütülen Türkçe çalışmalarına katılmasını istedi.
Agop derhal bu isteği kabul etti.
Artık O, Türk Dil Kurumu'nun baş uzmanıydı.
1934 yılında Ankara'ya taşındı.
Atatürk'ün önünde toplantılar yapıp Türkçe ve dil üzerine tartışmalar yapan dil kurulunun çalışmalarına artık o da katılıyor ve bilgi ve görüşlerini çevresindekilerle paylaşıyordu.
Bu toplantılar kimi zaman İstanbul'da yapılıyordu. Bu durumda Agop
Ankara’dan kalkıyor, uzun tren yolculuğu yaparak İstanbul’a gidiyor ve toplantılara katılıyordu.
O yıl Soyadı Devrimi yapıldı.
Atatürk pek çok kişiye onun yaşamını anlamlı kılan ve o kişiyi anımsatacak bir soyadı veriyordu. Agop'a da yeni soyadını verdi:
-“Dilaçar”...
Agop Martanyan artık Agop Dilaçar’dı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya "Atatürk" adının verilmesini de Agop Dilaçar önerdi.
Ona sonradan ikinci bir görev daha verildi:
1936 yılında Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmış ve orada “Genel Dilbilim” anabilim dalı açılmıştı.
Agop orada dil ve Türkçe üzerine dersler verecekti.
Artık hem Türk Dil Kurumu hem de yeni açılan fakültedeki çalışmalarına büyük bir tutkuyla devam ediyordu.
Onu tanıyan öğrencileri; bir insana ne ölçüde değer verilebileceğini Agop Dilaçar’dan öğreniyorlardı.
Çünkü karşılarında dünyanın kibar ve alçak gönüllü insanıyla karşı karşıyaydılar...
Öğrencilerini kapıya kadar uğurlayan, derslerini asla aksatmayan ve titizlikle ödevine hazırlanan bir akademisyendi o...
Karşısında oturan insana; insan olduğunu anımsatan bir kibarlığı ve nezaketi temsil ediyordu.
Dilaçar; Atatürk’ün ölümüyle büyük bir acı yaşadı.
Ancak Atatürk’ün manevi ağırlığı hep üzerindeydi...
Ona sözü vardı.
Bu nedenle görevlerine daha bir tutkuyla sarıldı...
Türk Dil Kurumu’nun bütün çalışmalarında en yetkin kişilerin başında yer aldı. Pek çok bilimsel etkinliğin düzenlenmesine öncülük etti. Türk Ansiklopedisi’nin danışmanlığını yaptı.
Sayısız kitap yazarak, Türkçe’nin öncü bayraklarından biri oldu.
O Ermeni bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıydı.
Ve büyük bir yurtseverdi.
Çevresindekilere sık sık şunu söylüyordu:
-“Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim”.
Ancak böyle olmadı:
1979 yılında dinlenmek için gittiği İstanbul’da 84 yaşında öldü...
O, Türk Dilinin gelişmesine bütün bir ömrünü adamıştı.
Şimdi bir nokta koyalım ve düşünelim:
Günümüzdeyiz:
Devletin başı; Türkçe ile bilim yapılamadığını ve felsefe kitabı yazılamadığını belirterek; Osmanlıcanın önemine vurgu yapmış ve bu ülkede hararetli tartışmalara neden olmuştu.
Bu çelişik görüş ve tartışmaları anımsadığımızda, her türlü değerin oradan oraya savrulduğunu düşündüğümüzde, Agop Dilaçar'ın yaptıkları, duruşu ve kişiliği bize bir şeyler söylemiyor mu?
Evet; Agop tam bir yurtseverdi...
Çünkü yurdunun ortak dilinin gücüne inanıyor, onu kutsuyor ve geliştirmeyi bir görev biliyordu.
Anımsar mısınız?
-“Türkçe Felsefe yapılamıyor” düşüncesi ortaya atıldığında, ona en keskin biçimde bir Rum kökenli felsefeci-bilim insanımız, Türk Felsefe Kurumu Başkanı Bayan İoanna Kuçuradi tepki gösterdi.
O, şu açıklamayı yaptı:
-“Biz Türkçe felsefe yapıyoruz, yayınlarımız da var. Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Kullanılan terimler, Batı dillerindeki gibi yüklü değil. Bu da Türkçe felsefe metinlerinin okura ulaşmasını kolaylaştırıyor...”
Pardon:
Atatürk ırkçı ve "faşist, diktatör" mü demiştiniz..