YKY’nin Nisan 2016’da yaptığı 79.baskının ilk sayfasında verdiği bilgiye göre Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğmuş ve 2 Nisa

YKY’nin Nisan 2016’da yaptığı 79.baskının ilk sayfasında verdiği bilgiye göre Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğmuş ve 2 Nisan 1948’de feci bir akıbetle Kırklareli’de ölmüştür. Evet, bu büyük yazar, 41 yıl, 1 ay, 1 hafta kadar yaşamış ve bu kısa hayatına müthiş eserler sığdırmıştır. Kitabı okurken düşünmeden edemedim, daha da yaşasaydı, mesela bir 15-20 sene daha, kim bilir ne güçlü eserler verecekti. Türk edebiyatı için ne acı bir kayıp…
Yaşadığı döneme bakınca yazarımızın iç dünyasını anlamak hiç de zor değil. Yıkılan bir imparatorluk, Balkan ve I. Dünya Savaşları, Kurtuluş Savaşı’mız ve onca ölüm yetmiyormuş gibi ilkinden daha beter bir II. Dünya Savaşı… O zamanlarda yaşamış sıradan bir insanın bile hisleri bugünkünden haliyle farklı olacaktı, hele bu kişi bir yazar ise hayat sahnesindeki rolünü daha bir ciddiye alacaktı. Hayatların bıçak sırtında olduğu bir dünyada bıçağın ağzı kadar insanların münasebetleri de pek keskinmiş o yıllarda ve tasnif zanaatı daha kati imiş haliyle. Mesela yazarımız “toplumcu” kategoride görülmüş, Sait Faik’in sanat anlayışının zıt kutbunda yani. Bu ayrımın tamamen isabetli olmadığı ortadadır. Zaten Şubat 2002’de kitap için bir önsöz kaleme alan Füsun Akatlı, Sabahattin Ali’nin pek çok yazar gibi “toplumcu” diye yaftalanmasına karşı çıkar ki ben de aynı kanaatteyim. Zira Kuyucaklı Yusuf romanıyla birçok öyküsü bu minvalde görülse bile Kürk Mantolu Madonna’nın toplumcu sanat anlayışının dışında olduğu meydandadır.
Peki, her sene yüzlerce ve çoğu niteliksiz (keşke aksini iddia eden yetkin bir eleştirmen çıkıp da ağzımın payını verse!) romanın yazıldığı ülkemizde dört bir tarafımız kitap doluyken İkinciteşrin 1940 ile Şubat 1941 arasında, yani günümüzden 75 sene evvel yazılmış bir romanı bu denli etkileyici yapan nedir? Von Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” vecizesi Kürk Mantolu Madonna’yı özetliyor gibi. Roman, insan denen varlığın içine o kadar iniyor ki… Zaten büyük eserlerin ortak yönü tam da bu değil mi? İnsanı ne kadar iyi anlatmışsa eser o denli fevkalade oluyor. O zaman Dostoyevski, Gogol, Kafka, Tanpınar ve Yaşar Kemal gibi büyük yazarların ne yaptıkları ortada. İşte Sabahattin Ali de bu 150 sayfalık romanında tam da bunu yapmış, beni bana, bizi bize anlatmış. Kitabın daha ilk cümlelerinde o samimi hava hissediliyor. Burada kitabın I.tekil şahıs ile yazılmış olması da önemli tabii. Yazarın, işsizlik gibi bir illetten mustarip olması ve bunun verdiği çaresizlik bizi yazara yakınlaştırıyor hemen. Aşkın da hayat gibi bir şans ve fırsat olduğunu görüyoruz ve çoğu insanın Raif’e benzediğini ama çoğu kadının Maria Puder olmadığını da. Kitabın en sarsıcı tarafı ise roman boyu devam eden ruh tahlilleri. Daha çok iç monolog şeklinde verilen gözlemler, o kadar isabetli ki, gözünüzün önünden insan yüzleri geçiyor ve haklı olarak düşünüyor ve Hamdi Beylerin olduğu kadar Mehmet Raiflerin de dün olduğu gibi bugün de olacağını, hep olacağını anlıyorsunuz. İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir, diyen Tanpınar’ın hakkını da teslim ediyoruz bazı yerlerde.
Sonra anlıyoruz ki her şeyin arkasında bir neden var, kelebek etkisi gerçeği yani… Bu hakikatten hareket edersek karşımızdaki insanı anlayabiliriz bir nebze de olsa. En sıradan görünen hayatların arkasında bile nasıl bir dünya saklı olduğunu, özel, büyülü, önemli gibi sıfatlar yüklediğimiz hayatın sadece kendimize has olmadığını adamakıllı söylüyor kitap bize. Bir ben var, bende benden içeri, diyen Yunus’u hatırlatıyor. Kitaplığınızda bulunması elzem bir kitap velhasıl. Okuyun, bana hak vereceksiniz. Haa, az daha unutuyordum, kitabın yazarın elinden çıktığı haliyle basılması yani “sadeleştirme” denen o garabete kurban edilmemesi ayrıca mühim. YKY’nin bu duyarlılığı takdire şayan.