Çocukluk yıllarımı yaşadığım seksenlerin ilk çeyreğinde, Van'daki evimizde buzdolabı yoktu. Evimize yaklaşık beş yüz metre mesafede bulunan komş

Çocukluk yıllarımı yaşadığım seksenlerin ilk çeyreğinde, Van'daki evimizde buzdolabı yoktu. Evimize yaklaşık beş yüz metre mesafede bulunan komşumuz Necibe Ablaları saymazsak buzdolabı olan ev de yok gibiydi. Aylardan hazirandı ve Ramazan orucu tam da o günlere denk gelmişti. Tarlaya giden ve o kızgın güneşin altında oruçlu oruçlu buğday biçen babamların, akşam eve döndüklerinde en çok arzu ettikleri şey, bir bardak soğuk ayran veya soğuk su idi. Bunu bilen biz çocuklar, buz bulma işini çok önemli bir görev telakki eder ve soluğu Necibe Ablanın mütevazı evinde alırdık. O kapıyı kaç kez aşındırırsak aşındıralım Necibe Abla elinde buz, yüzünde ise güneşlere denk sıcaklıkla karşılardı bizi. Getirdiğimiz kaplara dolabından çıkardığı dikdörtgen şekilli buzları usulca koyar ve her defasında güler yüzüyle uğurlardı bizi. Buzu alan bizler, bu kez onu eritmeden götürebilme telaşına düşer, Hüseyin Bolt'un yılda birkaç kez kırdığı rekoru daha o günler hem de her akşam kırarak eve ulaşırdık. O günler anne-baba ve kardeşlerimizden sonra en çok gördüğümüz kişilerdi Necibe Abla ve ailesi.
Aslında komşularımıza sadece buz için işimiz düşmezdi. Neredeyse her gün bir vesile ile ya biz ya da onlar birbirimizin kapısını aşındırırdık. Karşı komşu elinde bir kap ile çay istemeye gelirken biz de bir tabak ile şeker almaya giderdik. Tabi her alınan şey borç alınırdı ve ilk fırsatta iade edilirdi. Böylece her gün komşular arasında geliş gidişler olur ve bu vesileyle herkes birbirini muhakkak görmüş olurdu.
Sonra hep beraber bir akarsu başında halı yıkamalar, birlikte tandır yakıp ekmek pişirmeler ve daha neler neler… Ha! neredeyse unutuyordum; pişen yemeklerden, kokusu ulaşmıştır diye komşuya da ikram edilirdi. Ben annemin sofrayı kurduktan sonra önce bir kaba yemek doldurup komşuya götürdüğüne sonra bizlere yedirdiğine defalarca şahit olmuşumdur. Bu güzel kültürün çok hoş bir tarafı da vardı: Her ev, bir yemekte çok mahir olurdu ve biz çocuklar bu yemeklerin yolunu, Emrah'ın Selvi'yi beklemesi gibi beklerdik. Mesela Minadiye Abla çok güzel 'Ayran Aşı' yaparken, 'Dolma' konusunda Muhlise Abla'nın eline kimse su dökemezdi. Benim annem ise 'İçli Köfte'yi çok güzel yapardı ve mahallede hatırı sayılır bir üne sahipti.
Sonra aylar, yıllar birbirini takip etti. O mutlu ve mesut günlerin üzerinden nice mevsimler akıp gitti. İşte o geçen mevsimlerin birinde kısmet oldu ve biz de buzdolabı aldık. Artık yiyeceklerimizi koyduğumuz bir buzdolabımız ve daha da önemlisi ayranımıza katacağımız buzlarımız vardı. Buzumuz olunca Necibe Ablalara daha az gider olduk. O her gün görmeye alıştığımız bu güler yüzlü insanları, bayram seyran olmasa neredeyse hiç görmüyorduk artık. Galiba çoğumuzun cebi iyi kötü para da görmüştü ve bu yüzden kimse kimseden çay veya şeker de istemiyordu. Birbirimize ihtiyacımız azaldıkça evlerimizin etrafına duvarlar örer olduk. Herkes bir derebey misali şatosuna çekilmişti ve duvarların yüksekliğinden olsa gerek pişen yemeğin kokusu da duyulmaz olmuştu. Hem halıların gönderildiği halı yıkama dükkânları ve yine her köşede ekmek satan bakkallarımız vardı. Kısacası her şeyimiz vardı. Her şeyimiz vardı ama komşularımız yoktu artık. Bu öyle bir yokluktu ki para ile satın alınamaz, bir kere kaybedildi mi geri getirilemezdi.
İşte böyle sevgili okurlar. Ben çocukken seksenlerin ilk çeyreğiydi ve sonrasında insanlık ağır ağır milenyuma hazırlanıyordu. Şimdi düşünüyorum da milenyuma girelim derken derebeylik sistemine dayelik yapan orta çağa döneceğimizi kim bilebilirdi ki?
Not: Komşu ve akraba demişken onları ziyaret etmek için bir süreliğine izninizi istiyorum sevgili okurlarım. Allah kısmet ederse Eylülde görüşmek dileğiyle…