Kaç gündür ağzımın hiç tadı yok. Çakma tarihçinin birinin ve ona yandaşlık edenlerin Atatürk ve manevi kızı Afet İnan üzerine söyledikleri si

Kaç gündür ağzımın hiç tadı yok.
Çakma tarihçinin birinin ve ona yandaşlık edenlerin Atatürk ve manevi kızı Afet İnan üzerine söyledikleri sinir sistemimi iyice sarstı.
Afet Hanım'ı ben tanıdım.
O, Cumhuriyetin ilk Tarih profesörlerindendi.
Profesör Pittard'ın yanında doktora yapmış, yazdığı teziyle, Türkler'in ikinci ve geri bir ırk olmadığını dünyanın yüzüne haykırmıştı.
Sonra Türk Halkının Antropolojik Karakterini araştıran tetkikler yapmış; böylece emperyalizmin ırkçılık tuzağına düşürdüğü az gelişmiş bir ulusun çocuğu olarak, bu sinsi planı bilimsel yayınlarıyla yüzlerine çarpmıştı.
Düşünebiliyor musunuz, bir kadın tarih profesörü, bu konuları yabancı bilim adamlarıyla tartışıyor ve bilimsel kanıtlar ortaya koyabiliyor!
Ben öğrenci olarak Ankara'da, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne gittiğimde, o aynı fakülteden emekli olmuş bir öğretim üyesiydi.
Ve son görevi de, benim de okuma onuruna eriştiğim "Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi Tarihi Kürsüsü"nü kurmuş...
Öğrencilik yıllarımda, sanırım 1983 olmalı, Türk Tarih Kurumu'nda bir konferansını izlemiştim. Hep kitaplarda okuduğumuz Afet Hanım'ı ilk kez görüyordum. Konu Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu Basını'ydı. 
Sesi, sesinin tonu, tınıları; şu anda bile kulağımda.
Ne naif, ne nezih, ne kibar bir hanımefendiydi Afet İnan!
Ve konferansının sonunda bir öneride bulunmuştu:
Anadolu basını zengin bir kaynaktır. Sağda solda hırpalanıp gitmektedir. Bu nedenle bir basın müzesi kurulmalıdır.
Bu isteği bugün bile tam olarak gerçekleşebilmiş değil.
Ve onun kızı Arı İnan da bir tarih araştırmacısı.
Bu ne olduğu belirsiz adam çıkmış, Atatürk'le Afet İnan arasında kimi şeyler yaşandığını ima ederek, bir de sinsi sinsi gülüşleriyle televizyon ekranlarında sırıtmış durmuş.
Bel altı vuruşları iyi biliyorlar.
Bu konuda çok ustalar çok.
Oysa o ve onun gibilerin, en azından geldikleri siyasal çizgide, nice insanların, ailelerin hayatlarını kararttırdıklarını asla bu millet unutmamalı.
Afet İnan'ın aile bağlarını da ele almış, demeye getiriyor ki; babası bir milletvekili olan adam, nasıl olmuş da kızını Atatürk'e manevi evlat olarak vermiş?
Şiraze kaymış ya bir kere; ahlak yoksunluğu diz boyu.
Kafaları nelere odaklanıyorsa, o gözle bakıyorlar hayata. 
Akıllarında hep aşna fişne işleri var. hep!
Var ama, o işler bile sapıkça... 
Bu sapkınlıkları hep vardı; ve bu kez önce Atatürk'ün eşi Latife Hanım'la başladı; ardından manevi kızı Afet'e sapıkça iftiraları gündeme geldi.
İçlerinde bu tür duygular olduğu için de herkese aynı gözle bakıyorlar.
Bu tiplerin ruh durumuna ruh hekimleri bir tanı koymalı.
Çünkü kendi ruh bozukluklarını bütün topluma aşılamaya çalışıyorlar. 
Nasıl iş bu, anlamak zor!
Ancak yine de akıllarda bir şey kalamaması için bir durum tespiti yapmalıyız:
Atatürk'ün çok sayıda manevi kızı ve oğlu vardı.
Kızlarından bazıları şunlar:
Afet, Sabiha, Ülkü, Zehra, Rukiye,
Ve erkek çocuklar da vardı elbette.
Bu çocukları tanıdığında her biri gelecek vaat eden küçüklerdi.
Afet İnan'ı tanıdığında, Afet hanım henüz ilkokulda okuyordu.
Bu kızları hayata hazırlamak, onları okutmak, meslek sahibi yapmak; yuva kurmalarına ön ayak olmak...
Bu Türk ve İslam geleneğine uygun bir şeydi ve çok da yaygındı.
Bu çocukların sayılarını bugün bile tam olarak bilmek mümkün değildir.
Kimlerden oluşuyordu bunlar; yalnızca yoksul kişilerden mi?
Hayır!
Son derece zeki, gelecek vaat eden gençleri, çocukları himayesine alarak onları yurt dışında okutmak, hayata hazırlamak; sonra ülkenin geleceğinde önemli isimler olarak yetiştirmek...
Buydu Atatürk'ün hedefi.
O'nun desteğiyle manevi çocuklarının yanı sıra çok sayıda zeki gencin de yurt dışına eğitim için gönderilmesini sağlamıştı.
Bu gençler, Türkiye'nin Prometheleri olmuşlardı.
Ne diyelim şimdi?
Nasıl karşılık verelim?
Onun seviyesine düşmeyi mi deneyelim?
Hayır!
Biz bize yakışanı yapacağız.
Ve onu, tarihi ayıbı ile bulunduğu karanlık dünyaya hapsedecek ve yolumuza devam edeceğiz.
Zaten iyi düşünün:
Bu tiplere bakarak, Atatürk'ün ne kadar aydınlık bir yolda olduğunu daha net görmüyor muyuz?