Bütün kıtalardaki çok sayıda ülkeyi, asırlarca iliklerine kadar sömürerek kendi ülkelerinin refahını bu mazlum ve mağdur ülke halklarının kanlar

Bütün kıtalardaki çok sayıda ülkeyi, asırlarca iliklerine kadar sömürerek kendi ülkelerinin refahını bu mazlum ve mağdur ülke halklarının kanları üzerinde yükselten Batı’nın bu mizacının değişmediğini ve bu günlerde yine depreştiğine şahit oluyoruz. 1914-1918 arasındaki Birinci Dünya Savaşı ve 1939-1945 arasındaki İkinci Dünya Savaşı’nı çıkararak milyonlarca insanın ölmesi veya yaralanması, şehirlerin yakılıp yıkılması, dünya haritasındaki değişikliler sebebiyle milyonlarca insanın, asırlardır yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kalıp göçmen durumuna düşmesine sebep olan Batı, yeni bir dünya savaşının temellerini atacak boyutta faaliyetlere girişmiştir.
“Batı değerleri”, “Amerikan değerleri” ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi söylem ve metinlerin, sadece kendi ülkelerinin refahına hizmet ettiği takdirde geçerli olduğunu, Batı’nın özellikle son yarım asırda Afganistan, Irak, Suriye, Lübnan, Sudan, Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen ve diğer Müslüman coğrafyayı kan gölüne çevirmesinden iyice anlamış bulunuyoruz. Batı yani Avrupa ve Amerika, 1945’ten sonra kendi ülkelerine barışı; diğer ülkeler, özellikle de Müslüman ülkelere savaşı layık görmüştür. Bir bahane bularak bu ülkelerin iç işlerine karışmış, hükümetlerini yıkmış, ülkelerini işgal etmiş, oralardaki insanların analarından emdiği sütü burunlarından getirmiştir. “Dünya barışını tehdit eden kitle imha silahları var” diyerek işgal ettikleri Irak için daha sonra, “Böyle silahlar yokmuş, yanılmışız” deme yüzsüzlüğünü gösterebilmiştir. Ama şunu unutmamalıdır ki “Ben istediğimi yaparım, güçlü olan her zaman haklıdır” ve “Varsın komşumun başında ateş kaynasın, ben keyfime bakarım” yollu bencil ve acımasız düşünceler dünya tarihi boyunca ilelebet sürdürülememiş, zulüm hiçbir zaman payidar olamamıştır.
1914 Haziran’ının 28’inde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliaht prensi Ferdinand’ın, eşi Sophie ile birlikte Saraybosna’da katledilmesi Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasına bahane teşkil etti. Bu korkunç savaşa pek çok ülke müdahil olsa da esas olarak İngiltere, Fransa ve Rusya üçlü ittifakı ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti karşı karşıya geldiler. Pek çok tarihçiye göre Osmanlı Devleti’nin bu savaşa girmesi için güçlü bir sebep yoktu. Ne yazık ki bu kadim ve koca devlet, o zaman iktidarda olan İttihat ve Terakki üyesi genç ve ihtiraslı devlet adamlarının, dünya gerçeklerine uymayan emellerinin kurbanı oldu.
İtalyan ve Balkan Savaşlarına katılması sebebiyle üçer yıl kıdem verilerek 32 yaşında bir yarbayken 1913 Aralık ayında albaylığa, 1914 Ocak ayında da tuğgeneralliğe terfi ettirilen Enver Paşa, aynı gün mevcut nazır istifa ettirilerek Harbiye nazırlığına getirilmişti. Hemen akabinde Padişah’ın kardeşinin kızı Emine Naciye Sultan’la evlenen Paşa, konumunu daha da güçlendirmişti. 1915 Nisan’ında Harbiye nazırlığına ilaveten Başkumandan vekilliğini de üstlenmiş, aynı yıl Eylül ayında korgeneralliğe yükseltilmişti. Harbiye nazırı olur olmaz, Bahriye nazırı Cemal Paşa ile birlikte orduyu gençleştirmek bahanesiyle, 1200 kadar tecrübeli Osmanlı general ve subayını emekli etmişti. Onların yerine de bolca Alman general ve subayını danışman sıfatıyla Osmanlı ordusunda görevlendirmişti.
İşte böyle bir ortamda Sadrazam Said Halim Paşa, Harbiye nazırı Enver Paşa, Dâhiliye nazırı Talat ve Meclis-i Mebusan reisi Halil Bey tarafından, Padişah’ın ve hatta diğer kabine arkadaşlarının bile haberi olmadan İstanbul’da 2 Ağustos 1914’te, gizli bir Alman-Osmanlı İttifak Antlaşması imzalandı. Amaç bir an evvel devleti Almanya’nın yanında savaşa sokmaktı. 11 Ağustos’ta İngiliz takibinden kaçan Goeben ve Breslau isimli Alman zırhlılarının Çanakkale Boğazı’ndan girmesine Enver Paşa tarafından izin verildi. O sırada tarafsız kaldığını bildiren Osmanlı Devleti’nin, bu savaş gemilerinin bir an önce sularımızı terk etmelerini istemesi veya gemileri silahlarından arındırması gerekirken bunların hiçbiri yapılmamıştı. Aksine bu gemiler Almanlardan satın alınmış gibi gösterilerek Yavuz ve Midilli isimleri verilmişti. Gemilere Osmanlı bayrağı çekilmiş, Alman personele de fes giydirilmişti.
Tam o sırada Osmanlı Donanma komutanlığına tayin edilen Alman amirali Wilhelm Souchon bu gemilerin de dâhil olduğu 11 parçalık donanmayla Karadeniz’e açıldı. İnkâr etseler de Enver, Cemal ve Talat Paşaların bilgisi dâhilinde ve yine Padişah’ın ve kabinenin haberi olmadan 29 Ekim 1914 günü Rus donanmasıyla sahillerine ateş açmak suretiyle devlet fiilen harbe sokuldu. 23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’ten hemen sonra Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ın elden çıkması, kaybedilen İtalyan, Birinci ve İkinci Balkan Savaşları akabindeki büyük toprak kayıpları ile zaten kan kaybeden koca imparatorluğumuzun, rahmetli Turgut Özal’ın tabiriyle “basiretsiz ve muhteris devlet adamlarının elinde bozuk para gibi harcanacağı” bir sürece girmiş oldu.
Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın ülkeyi 30 sene boyunca savaştan uzak tutarak eğitim ve öğretime ağırlık verdiği ve bütün imparatorluk şehirlerimizde açtığı okullarda yetiştirdiği genç neslin bir ekin gibi biçildiği Çanakkale Savaşı’nın deniz ve kara safhaları, eğitimli insan kaynağımızın büyük ölçüde yok olmasına sebep oldu. Lise talebelerinin bile cepheye sevk edildiği bu harbe “Yedek subay harbi” de denmektedir. Şehit, yaralı, sakat ve kayıplarla zayiatımız 250 bini bulmuştu. Bu ağır insan zayiatımız sebebiyle, 18 Mart 1915 günü en şiddetli çarpışmaların yaşanarak güçlü düşman donanmasına ağır kayıpların verdirildiği bu son deniz zaferimizin tadını, Türk milleti olarak ne yazık ki çıkaramamışızdır. Zaten sonraki yıllarda harbi kaybeden müttefiklerimizle birlikte biz de mağlup sayıldık. 8 Ekim 1918’de Talat Paşa kabinesi, Harbiye nazırı Enver Paşa ve Bahriye nazırı Cemal Paşa da dâhil olmak üzere istifa etti. 30 Ekim 1918’de galip devletlerle Mondros Mütarekesi’ni imzaladık. 1 Kasım’da İttihat ve Terakki Partisi kendini feshetti. O gece Talat, Enver ve Cemal Paşalar ve diğer bazı İttihatçılar, bir Alman denizaltısıyla yurt dışına kaçtılar. Hemen akabinde 13 Kasım 1918’de payitaht İstanbul işgal edildi. İşgal 5 sene sürdü. İstanbul halkı ve bütün ülke çok acı çekti.
Bugün ülkemizdeki hemen her ailenin geçmişinde bir Çanakkale şehidi veya gazisi vardır. Bu şehitlerden biri de rahmetli anneannemin babası Mustafa Efendi’dir. Binlerce mübarek şehidimizi rahmet ve minnetle yâd etmek adına onun acıklı hikâyesini arz ediyorum:
Bursa’ya bağlı Kirmasti kazasının (şimdi Mustafakemalpaşa) Melik köyünden Salih Efendi, iki oğlunu da cepheye göndermiş onlardan haber bekliyordu. Ancak kardeşlerden dönen olmamıştı. Savaştan sonra köye yaralı olarak dönen Âdem Onbaşı acılı haberi getirmişti.
İki kardeş de şehit olmuştu. Hele Mustafa’nın şehadeti pek feci, çok elimdi. Mustafa yaralı bir arkadaşını sırtlamış, siperlerin gerisindeki revire götürmüştü. Tekrar sipere döndüğünde hain bir top mermisi kendisine isabet etmiş, bütün vücudunu alıp götürmüş, orada sadece bir bacağı kalmıştı.
Köy camisinde, dokunaklı ve gür sesiyle namaz vakitlerinde ezanları hep kendi okuyan Salih Efendi, oğullarının kaybından sonra meczup hale gelmişti. Her iki oğlunun hanımları gencecik yaşta dul, küçücük torunları yetim kalmıştı. Artık yüksek yerlere, ağaçlara çıkıyor, yanık sesiyle oğulları için ağıtlar yakıyor, sesi ovalarda yankılanıyor, diğer köylere kadar ulaşıyordu. Duyanların yürekleri burkuluyor, gözyaşlarını tutamıyorlardı.
Bu vesileyle, malımız, canımız, ırzımız, namusumuz, dinimiz ve inancımızın emniyette olduğu, serbestçe ve rahatça yaşadığımız bu mübarek vatan topraklarını biz torunlarına bırakmak için kanını dökmüş bütün şehitlerimize ve artık hayatta olmayan bütün gazilerimize rahmet diliyorum. Onların mübarek ruhları ancak, kanları ve canları pahasına bize emanet bıraktıkları bu mukaddes vatana sahip çıktığımız, birliğimizi ve dirliğimizi muhafaza ettiğimiz takdirde şad olacaktır.