Osmanlı Devleti III. Ahmet’in saltanatı döneminde bilimsel, kültürel, sosyal ve mimari alanlarda büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmelere kar

Osmanlı Devleti III. Ahmet’in saltanatı döneminde bilimsel, kültürel, sosyal ve mimari alanlarda büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmelere karşı çıkanlar  halkı saraya karşı kışkırtmak için sinsi bir şekilde fırsat kollamaya başlamışlardır.

Hatta bu gelişme dönemine alaycı bir deyimle “Lale Devri” diyerek sadece eğlence ve lüks harcama yapıldığı teranesini yaymaya başlamışlardır. Dolaysıyla bu devirde yapılan ve yapılacak olan birçok teknik ve bilimsel gelişmenin de önünü kesmişlerdir. Yani “Lale Devri;” Osmanlı tarihi içinde genellikle küçümsenerek ve İstanbul'daki yönetici elitin kendini kaptırdığı zevk ve eğlenceler öne çıkarılarak değerlendirilir. Saray ve çevresinin sefahate dalması bir gerçekse de bu durum ilk kez böyle olmuyordu. Saray her dönemde benzer bir yaşam sürüyor ancak bunu duvarların arkasında yapıyordu, ahalinin gözü önünde değil. Tabii böylesi bir yaşam tarzının sarayın ve hanedanın dışına doğru genişleyen bir çevreye yayılması kolay değildi. “Lale Devri” diye adlandırılan dönemde sefahat konusunda biraz daha ipin ucunun kaçtığı, biraz daha halkın gözü önünde cereyan ettiği ve nihayet biraz daha saray ve hanedanın dışına doğru yayıldığından söz edilebilir.
Oysa bu dönem sadece yönetici elitin zevk ve sefasıyla anılacak bir dönem değildir. Aynı zamanda İstanbul’da önemli mimari düzenlemeler yapılmış, eski yangın mahalleleri yeniden imara açılmış ve İstanbul'da dönemine göre bir kent yaşamı ortaya çıkmıştır. Bilimsel anlamda tercüme heyeti de matbaa ile birlikte lale devrindeki gelişmelerdendir. Lale devrinde elçilikler açılmıştır ve elçilik açılan ülkelere öğrenciler gönderilmiştir. İlk “Taht el- Bahr=Denizaltı” bu dönemde yapılmış, ilk havacılık çalışması veya uçuş alanındaki çalışmalar (Hezarfen Ahmet ve Lagari Hasan Çelebi tarafından). "Hatayi" denilen kumaş dokuma fabrikalarının kurulduğu bu dönemde, Yalova’da bir kağıt fabrikasının kuruldu. Avrupa’nın yaşam tarzını ve kültürlerini öğrenmek amacıyla İlk defa Fransa’ya 28 Çelebi Mehmet Efendi elçi gönderildi. İlk itfaiye teşkilatı olan tulumbacı ocağı da kuruldu. Çiçek hastalığına karşı aşı geliştirilmiştir. Çini atölyeleri açılmıştır.  En önemlisi de ilk matbaa 1727'de faaliyete geçmiştir.
Başta Haliç civarı olmak üzere İstanbul’un park ve bahçelerinin lalelerle bezendiği bu yıllarda devletin maliyesinde ve ordusunda da bazı düzenlemeler yapılmıştır. Ama bu gelişmeler; saray karşıtları olan kişilerce İslam adına ahaliyi kışkırtmak için çok uygun bir  malzeme oluşturacaktır.
İran’la süren savaşta uğranılan başarısızlıklar üzerine İran'ın temsilcileri Üsküdar'a gelirler ve onlarla yapılan görüşmelerde savaşı devreden çıkaran kötü bir anlaşma yapılarak padişah ve çevresi Boğazın Anadolu yakasından Avrupa yakasına dönerler. Ama bu da beklenen kıvılcım olacak ve bu devire son verecek ayaklanma patlayacaktır.
Eskicilikle uğraşan bir yeniçeri olan Patrona Halil ve Muslu Beşe önderliğinde patlayan isyan 28 Eylül 1730’da başladı ve dört gün boyunca İstanbul sokaklarını ele geçiren topluluklar 2 Ekim’e kadar evlerine girmediler. İstanbul’da, şehrin fethedildiği 1453'ün 29 Mayıs'ından bugüne kadar ezan sesi hiç eksik olmadı. İşgal günlerinde bile ezan kesintiye uğramadı ama; 29 Eylül 1730’de İstanbul’da ezan yasaklandı, hatta camilerde namaz kılınmadı. Şehirde ne kadar cami varsa, o gün kapalı kaldı. Bir bölüm ulemanın da desteğini alan asiler ilk gün kentte duruma egemen olarak Topkapı Sarayı'nı kuşattılar ve padişahla pazarlığa başladılar. Ertesi gün aralarında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile yakınlarının da bulunduğu 37 kişinin ölümünü istediler. III. Ahmet çok sevdiği sadrazamına hemen kıyamadı ama direndiğinde kendisinin de gidebileceğini görünce üçüncü gün İbrahim Paşa ve damatları boğdurularak cesetleri asilere teslim edildi. Ancak isyanın bununla yatışması mümkün değildi, elebaşılar padişahın da tahttan çekilmesini istediler ve istediklerini de yaptırdılar. III. Ahmet, l Ekim’de yeğeni Mahmut lehine tahttan feragat ettiğini ilan etti. Ertesi gün I. Mahmut tahta geçecekti.
I. Mahmut Padişah oldu ama saray “ayak takımı’nın” denetimindeydi. Eskici Patrona Halil Rumeli Beylerbeyi olmuş, Muslu Beşe’de Kul Kethüdası olarak sarayın yönetimini ele almıştı. Rivayete göre Patrona Halil eski püskü paçavralar içinde dolaşıyordu ve hiç kuşkusuz bu durum eski şatafata öfke dolu ahalinin sempatisini canlı tutmak için etkili bir yoldu. Güya isyan, haklı olduğunu belirtmek için isyanın önderi de giyimiyle bunu temsil ediyor ve ahalinin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu arada Lale Devri sırasında İstanbul'da yapılan zarif mimarı yapılar yıkılıyor, halkın öfkesini tatmin eden kitlesel ayinler gibi yıkım ve yağmalar düzenleniyordu.
“Ayak takımı” iki ay boyunca Topkapı Sarayı'na egemen olup devleti yönetirken isyanın silahlı gücü Yeniçerileri tabii ki ihmal etmediler. Devlet yeniçerilerden ebediyen kurtulmanın yollarını ararken isyandan önce 40 bin olan yeniçeri sayısı iki ay içinde 70 bine çıkmıştı. Ayrıca devletin çeşitli yüksek görevlerine de “ayak takımı” arasından atamalar yapılıyor, örneğin bir kasap Eflak voyvodalığına atanıyordu.
Yaklaşık iki ay bu duruma tahammül eden yeni padişah ve çevresi kendilerini rezil ettiklerine inandıkları bu paçavralar içindeki asilerin hakkından gelmek için fırsat kolluyorlardı. Nihayet gereken örgütlenmeyi tamamladılar ve asileri ortadan kaldırmak için uygun ortamı hazırladılar. İran'a savaş açılması konusunu görüşmek üzere divan toplantısına çağrılan Patrona Halil ve 14 elebaşı 25 Kasım 1730'da sarayda pusu kuran askerlerce öldürüldü. Bunları destekleyen ulema da sürgüne gönderilirken, geri kalan asilerin 28 Ocak 1731'de ikinci bir kez ayaklanma girişimleri bastırılarak yakalananlar idam edildi.
Topkapı Sarayı'nda iki ay süren kâbus böylece bitti. Ayak takımından ve paçavralar içinde dolaşan beylerbeyinden kurtulan saray eski asaletine ve zarafetine tekrar kavuştu! Yerini şaşırıp “baş” olmaya kalkışan “ayaklar” da yine yerlerine döndüler ve yeni bir deneme için uygun koşulların gelmesini sabırla beklemeye devam ettiler...
Patrona Halil ve arkadaşları hal ve hareketlerinde; giyim ve kuşamlarında iki yüzlü bir tutum sergileme yoluna gittiler. Aslında gerçek böyle değildi; kendi konaklarında vur patlasın çal oynasın anlayışı ile yaşamlarını halktan gizlediler. Devlet “benim” dediler.  Unutulmaması gereken gerçek şudur ki; “devlet milletindir; asla darbecilerin olamaz!
Kısacası; geçmişte İstanbul bir gün ezansız kalmıştı. Günümüzde (15 Temmuz 2016'da) ise Türkiye'yi ezansız bırakmak isteyen hain ve zalimler çıkmıştı. Çok şükür ki; yüce Türk Milleti; devletiyle, hükümetiyle, sağduyulu muhalefetiyle yani topyekün bir milli güçle;  o hainlere gereken cevabı vermiş oldu.

Türkiye'de unutulaması gereken en önemli gerçek şudur ki: Devlet hiç bir şahsın, zümrenin ve ya sınıfın değil; "devlet milletindir."

Bu hain zalimler Selçuklu'da, Osmanlı' da ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde olduğu gibi her devirde var olmuşlar; ama asla başarılı olamamışlardır.

Bakın yıllar önce  bu  gibi hainlerin başarılı olmaması için Arif Nihat Asya Dua şiirinde ne güzel seslenmiştir:

Biz, kısık sesleriz...minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allahım!
Mahyasızdır minareler...göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allahım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
Bize güç ver...cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allahım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma Allah'ım!
Bilelim hasma karşı koymasını,
Bizi cansız bırakma Allah'ım!
Yarının yollarında yılları da,
Ramazansız bırakma Allah'ım!
Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,
Ya çobansız bırakma Allah'ım!
Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;
Ve vatansız bırakma Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah'ım!