Böyle olunca da insanoğlunun varoluşu son yüzyılda bambaşka bir boyuta taşındı sinema sayesinde. Balzac'ın İnsanlık Komedisi’yle kastettiği tü

Böyle olunca da insanoğlunun varoluşu son yüzyılda bambaşka bir boyuta taşındı sinema sayesinde. Balzac'ın İnsanlık Komedisi’yle kastettiği tüm halleri insan olarak şaşmaz bir kesinlikle seyrediyoruz. Herhalde bu noktada en büyük deneyimi de sinema oyuncuları yaşıyor. Düşünsenize bir, oynadığı rolü sonradan izlemek hakikaten garip olmalı. Meşhurdur, Erol Taş'ın kötü insan rollerinden dolayı başına gelenleri bilen bilir. Hangi filminde Taş, taşlanmıştı. Ama şunu biliyorum, rol karakterle ne denli ters düşüyorsa oyuncu o ölçüde başarılı oluyor; zaten Erol Taş da rollerinin aksine çok iyi, naif biriymiş. Yine sinemamızda kötü rollerle özdeşleşmiş Hüseyin Peyda, İbrahim Kurt, Kazım Kartal gibi oyuncuların hepsi de iyi insanlarmış aslında.
Bu girizgahtan sonra asıl mevzuya dönelim, Dirilişe. Diriliş (Revenant) Leonardo DiCaprio’ya geçen sene Oscar heykelciği getiren müthiş bir sinema eseri. Tabii burada sinema eleştirmenliğine soyunacak değilim. Malum, had meselesi.
Sanat eserlerinin büyüklüğü insanı anlatmalarını da gizlidir; bir yapıt insanlık hallerine ne denli yaklaşmışsa o kadar büyük ve büyüleyici oluyor işte.
Diriliş, bildiğimiz ve varoluşumuzdan bu yana süregelen bir dramı anlatıyor esasen, savaşı ve neredeyse imkansız durumlarda bile hayatta kalmayı başaran insanı. Filmde birkaç duygu çok öne çıkmış: yaşamak, çaresizlik, adaletin olmayışı, vahşet ve öç ve elbette ölüm. Bu hislerle dolu insanların tenhada menhada, dağda bayırda, nerede olursa olsun birbirlerini yakaladıkları anda birbirlerinin icabına bakması üzerine kurulu ama böyle bir yorum, filme haksızlık olur; yani iş bu kadar basit değil,
Diriliş, Amerika'nın asıl sahiplerine yani kızıl derililere ait olduğu günlerde bir kış mevsiminde geçiyor; mekan karla örtülü dağlar, vadiler, coşkun nehirler ve tüm bu yerlerde birileri can alıyor yahut can veriyor.
Başroldeki Glass (DiCaprio) karakteri etrafında dönen filmde öyle etkileyici sahneler var ki… Mesela yavrularını korumak için Glass’a saldıran ayılı bir sahne var; herhalde beş dakika kadar sürüyor. Ama gerçekten dehşet. O kadar sahici ki, belgesellerde izleyip hatta belki sevimli bulduğunuz ayıların aslında nasıl hayvanlar olduğunu görüyorsunuz. Vallahi filmden sonra ayılara daha mesafeli olduğumu belirteyim. İnsanın bir ayıyla karşılaşma ihtimali kaçta kaçtır acaba?
İkinci olarak hain karakterin Glass’ın oğlunu öldürdüğü sahne var ki feci dokunuyor bam teline. Bir de başkarakterin yerlilerden kaçtığı sahneden bahsedeyim: Artist, atıyla uçurumdan atıyor kendini, bir ağaca çarpan Glass kurtuluyor fakat zavallı hayvan ölüyor. Sonrasında bir tipi başlıyor, atın karnını yaran Glass, o dondurucu havada yine hayatta kalıyor ve devam ediyor yoluna. Yalnız filmde başkarakter çok baskın, öyle akılda kalıcı yardımcı oyuncu var mıydı?
Filmde son sahnelerde Glass’ın, oğlunu öldüren haine söylediği cümle de etkileyici: ‘’İntikam, Tanrı’nın işidir.’’ Artık çok az film izleyebildiğimden böyle etkileyici, insanlık hallerini anlatan yapımlar değerli oluyor tabii.
Son olarak filme dair çok şeyi atlamışımdır muhakkak ama ilginç bir benzerlik fark ettim: Filmin gerilim sahnelerindeki müzik hayret olsa da bizim Yaprak Dökümü dizisinin müziğine çok benziyordu sanki. Filmi bir cümleyle özetleyecek olursam şöyle derdim: En akıllı ve en vahşi hayvan -Günlerce aç kalmış Glass’ın çiğ et yediği sahnenin zihnimde uyandırdığı düşünce!- insandır aslında. İzlemeyenler izlerse daha fazlasını göreceklerdir elbet. Bu sırada filmin, Michael Punke’nin aynı adlı romanından bir uyarlama olduğunu da belirteyim.
Haftanın kitabı: Gerçekten sıkılanlar için Binbir Gece Masalları yahut İbni Batuta, Marco Polo ya da bizim Evliya Çelebi'den seyahat yazıları. Hayal dolu günler dilerim.