İstanbul’un dışında, ta Karadeniz taraflarında bir yerde, yolumu kaybetmiştim. En son aklımda kalan yerleşim, Akbaba Köyü’ydü. Ondan sonra nereye

İstanbul’un dışında, ta Karadeniz taraflarında bir yerde, yolumu kaybetmiştim. En son aklımda kalan yerleşim, Akbaba Köyü’ydü. Ondan sonra nereye gittim, hangi sapaktan ne tarafa döndüm, hiç bilmiyorum.

Sâkin, kafa dinleyebileceğim bir yer ararken, daha önce gelmediğim, görmediğim yerlerde bulmuştum kendimi… Buralar tam da insanın olmadığı, şeytanın, cinin, perinin ve daha başka adı bile bilinmeyen yaratıkların cirit attığı bir çevreydi.

Ben de kaptım salıverdim. Az gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Küçük bir dağı aştıktan sonra onlarca başıboş köpekle karşılaştım. Durdum, onları seyretmeye başladım.

Bir zamanlar sahipleri olan insanlara tıpatıp benzeyenler, ağızlarının uçlarında sakal veya bıyık çıkmışlar, zayıflıktan kemikleri sayılanlar, baskın erkekler, huysuz dişiler, kuyruğunu kısarak gezenler, cana yakınlar, eğri bakanlar ve herhangi bir ters hareketinde boğma ihtimali bir hayli yüksek olanlar…

Büyük, çok büyük, hatta derya olmuş bir çöplükte, hem karınlarını doyuracak bir şeyler arıyorlar hem de arada - ortada geçerli bir sebep yokken - birbirlerine saldırıyorlardı. Kimisi gelişigüzel havlıyor, kimisi samimi olduğu bir kaçıyla, küçük çaplı oyunlar oynuyordu.

Öte taraflarda binlerce kanatlı...
Martılar boyuna kaşınıp duruyorlar, arada, ‘yemek’ yemek akıllarına gelivermiş gibi havalanıyor, gözden kaybolup gidiyorlardı.

Göçmeyi unutmuş leylekler ise hiç asıllarına uygun hareket etmiyorlardı ve çok kirlenmişlerdi. Leyleklerden birisinin boğazına bir naylon takılmıştı ve geri geri giderek ondan kurtulmaya çalışıyordu zavallı hayvan…

Altın Yağmurcun kuşları da yakınlarda bir yerlerde bir baraj veya doğal bir göl olduğunu hatırlatıyordu insana.

Biraz daha dokundum gaza… Araba sanki ben onu kumanda etmiyormuşum gibi güvenle hareket etti. Ve insanlar gördüm.

Kimisi sadece yiyecek topluyordu çöplükten, arada bulabildiği bazı 'lazım, para eder' şeyleri ayırıp bir kenara koyuyordu. Kimisi de daha büyük bir emekle ve mecburiyetle ekmeğini bu atık yığınından çıkarıyordu.

İkinci cümlede bahsettiklerim, bu işi, fazlasıyla ciddiye alanlardı ve iş edinmişlerdi. Bir şeyleri daha bir güç sarf ederek yapıyorlardı da o yüzden 'yazı içinde kendini tekrar eder' duruma düştüm.

Onlar için durum, bu karışıklıktan çıkacak şey ‘olsa da olur olmasa da olur’ durumu değildi. Olmalıydı, bulunmalıydı, başka çaresi yoktu. Belki de günlük limitleri bile vardı.

Bu kalıntı yığınlarını karıştıranların, birbirine iyice sokulmuş, burunları sümüklü, yüzlerinin kenarları yemek lekeli çocukları vardı, az ilerde... Yırtık çuval eskileriyle ve paçavralarla çevrilmiş alelusul bir yerde toplaşmışlardı bu sevimli, bu hayatın acımasız yüzüyle çok erken karşılaşmış küçük insanlar…

İlikleri donduğundan kendi aralarında oyun oynamayı bırak, şakalaşamıyorlardı bile. Ve sıkılmışlardı çok... Fakat ebeveynlerinden zılgıt yememek için mecburen susuyorlardı, yerlerini milim değiştiremiyorlardı.

Üstelik köpeklerden korkuyorlardı. Martıların bir şey kaybetmiş gibi ortalığı ayağa kaldıran çığlıklarından, çürüklükleri eşeleyip duran leyleklerin fazla samimi hallerinden ve Altın Yağmurcun kuşlarının meraklı, atik hareketlerinden ürküyorlardı. Ve etrafa yayılan metan gazı sersemletmişti onları…

Dahası ayaklarında doğru dürüst ayakkabı yoktu. Üstlerinde onları ısıtacak, sarıp sarmalayacak sağlam bir kıyafet desen ne gezerdi. Benim ise, arabanın içinde, kalın kaşmir pardösünün altında bile, ayak tırnaklarım sızlıyordu.

Nereye gittiğimi, oralarda ne aradığımı ve kayboluşumu bile unutmuştum. Yakıcı bir heyecanla, tüm bunları, gördüklerimi yazmalıyım dedim.

Sosyal mesaj vermeye çalışmadan, insanlara bir şeyler tavsiye etme kaygısı gütmeden, olanı olduğu gibi vermeliyim. Okuyanlar boşlukları doldurup, kendilerinden bir şeyler katıp görmesi gerekenleri görmeli…

Süsten, makyajdan ve saatlerce kuaförde kalmaktan kıyamet alametine dönmüş bazı figürler, timsah derisi çantalarının, samur kürkü kıyafetlerinin kaç bin lira olduğundan kasıla kasıla söz ederken, ekmeklerini küflerden, çöplüklerden çıkaranların, buz tutmuş bir havada, sakır sakır sakırdayan çocuklarını anlatmalıyım örneğin.

Sonradan görmüş daha başkaları, cebindeki paranın ne kadar olduğundan - ekranlar önünde - ballandıra ballandıra bahsederken, yırtıcı hayvanların haşaratın arasında, dağ tepe olmuş süprüntülükten hayatlarını kazananların olduğunu, merhamet sahibi sinelere kazımaya çalışmalıyım.

Gösteriş meraklısı, aferin delisi bazı insanların zavallılığını, bir gün gelip kendilerini yakacak hırslarının, para ihtiraslarının ne menem bir şey olduğunu yüzlerine çarpmalıyım.

Onların andavallı kafaları bunu anlamayacaksa da şefkat, yürek, akıl ve izan sahibi bir kişinin zihninde, bir ışık çakabilirsem, mutlu addetmeliyim kendimi...