Karanlığın yavaş yavaş şehirlerin üstüne çökmeye başladığı zaman dilimlerini pek sevmiyorum. Sanırım muhayyel bir şeylerden korkuyorum o an...

Karanlığın yavaş yavaş şehirlerin üstüne çökmeye başladığı zaman dilimlerini pek sevmiyorum. Sanırım muhayyel bir şeylerden korkuyorum o an...

Öyle vakitlerde kendimi güvende hissettiğim yer neresiyse orada olmak veya çekilip bir kenarda hengâmenin geçmesini beklemek istiyorum.

Çocukluğumdan kalan sarsıntıların hep böyle akşam pusarıklığının (sisli ya da hafif sisle birlikte hafif yağmurun) içinden çıkıp gelmesiyle alakalıdır belki de bu durum.




Anadolu’dan Görünüm, Perde Arkası gibi programların başlama müzikleriyle içimin acıdığı ve çocukça, melankolik bir hayat sürdüğüm zamanlardı.

Birkaç köşe yazımda da bahsettiğim gibi, bilmediğim şeylerden acı çekiyordum. Neden acı çektiğimi kendime ısrarla soruyordum ve yeterli bir cevap alamıyordum.

Annemlerle birlikte halamlara gittiğimizde jarse minderlerin üstünde, büyüklerin konuşmalarını dinleye dinleye uyuyup kalıyordum.

Rüyalarımda da kendimi sorumlu ve sorunlu hissediyor, tam anlamlandıramadığım ve kavramlaştıramadığım nedenlerden ıstıraplar duyuyordum.

Sanki acı çekmek tabiatım haline gelmişti.




Olağanüstü hâl Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ydu. Zafer Kiraz’ın sunduğu haberlerden öyle duyuyordum. Her şey griydi ve farklı renkler, hayatlar bize fazlasıyla uzaktı.

Bir gün, akşam ezanı okunmuştu, tüm tavuklar tüneklerine girmişlerdi, ama çok sevdiğimiz cana yakın horozumuz eve gelmemişti. Kardeşim Yunus ile evin etrafında onu aramaya başladık.

Araba mı çarpmıştı, bir traktörün altında mı kalmıştı? Bizi bırakmış, başka tavukların, ne zamandır hayalini kurduğu hayatların arkasından, uzak tüneklere mi gitmişti?

Merak, endişe ve korku içindeydik. Birden zeytin bahçesinin aşağısına indiğimizde bir hareketlilik gördük.

Komşumuzun iki horozu bizim horoza tekme tokat girişmişlerdi ve onun yüzünün kenarlarından, boğazından yumak yumak tüy kopartıyorlardı.

Bizim yarı Hint kırması da onlara karşı, elinden geldiğince kendini savunmaya çalışıyordu ama hareketleri gelişi güzeldi ve kontrolsüzdü. Hemen olay mahallinden komşunun saldırganlarını kovaladık.

Bizim horoz, sanki kendisine yapılan hücum devam ediyormuş gibi hâlâ bir bilinmeze doğru hamle yapıyordu.

Onu kucağımıza aldık, bedeni sıcacıktı, seğiriyordu ve aşırı terlemişti. Her tarafı yara bere ve al kanlar içindeydi.

Dünya ile bağlantısı kopmuştu. Sadece kendini korumak, gücü yettiği nispette karşı koymak ve sonunda da ölmek istiyordu. Kalbinin gümlemesi bizim kalp atışlarımıza karışıyordu.

Beynimin içinde, önce Anadolu’dan Görünüm, ardından da Perde Arkası başlamıştı. Yine, yeni insan hayatlarının kırılmaları yaşanıyordu bir yerlerde…

Zafer Kiraz, ciddiyetle haberleri sunuyordu. Gri renkler, boz bulanık görüntüler birbirini takip ediyordu.

Bir an halamların evinde olmak ve jarse minderin üstünde kulağıma gelen dedikoduları dinleye dinleye gözlerimi kapatmak, dingince rüyalara dalmak istiyordum ama hayat beni boş bir tarafımdan yakalamıştı.

Siğim siğim (yavaş yavaş, ince ince) ağlayarak eve geldik. Yaralarına zeytinyağı sürmek için, zavallı hayvanı ışığın altına tuttuk.

Ama esas balyoz o zaman indi başımıza... Çünkü horozumuzun iki gözü de kör olmuştu. Kardeşimle birbirimize bakıp tekrar koyuverdik kendimizi…

Babamdan aldığımız tavsiyelerle günlerce pansuman yaptık ama kabuk ve sanır bağlamış o gözler iyileşmedi. Sonunda da büyüklerin ortak kararıyla, gittikçe içine kapanmış horozumuzu kestiler.

Hayri Kozakçıoğlu, hâlâ Olağanüstü hâl Bölge Valisi’ydi. Her hafta Perde Arkası’nda Anadolu’dan kesik kesik manzaralar görünüyordu.

Mahrumiyetlerle dolu bir hayatımız vardı. Ben de melankoli ile ağabey kardeş olmuştum. Üstelik bu patolojik durumuma, biricik horozumun acısı da eklenmişti.

Şimdi her karanlığın yavaş yavaş şehirlerin üstüne çökmeye başladığı zamanlarda, bir pusarıklığın içinde, kör edilmiş horozumuzu bulmaktan korkuyorumdur belki de, kim bilir…