2004 yılında Türk motifleri taşıyan ve tamamıyla kendi kültüründen yararlanan İlk korku filmi BÜYÜ isimli sinema filminin senaristliğini yapan, 2006 yılında Çılgın Dersane, 2007 yılında ise Çılgın Dersane Kampta sinema filmlerinin senaryosunu yazan; Büyü, Siccin:Amel Defteri, Karabasan ve Lohusa kitaplarının yazarı ŞAFAK GÜÇLÜ ile bir araya geldik. "Türkiye’nin İlk korku filmini yazmış ve bir sektör başlatmışsın ama ne iş yaptığını takipçilerinin bile bilmediği Kerimcan’ın onda biri kadar değer görememişsin" diyen ŞAFAK GÜÇLÜ'ye merak ettiğimiz her şeyi sorduk. Bu keyifli sohbeti sakın kaçırmayın...



 

Öncelikle hoş geldiniz. Nasılsınız?

Hoş bulduk. Sanırım iyiyim. Ya da ben öyle olduğunu düşünmeyi seviyorum.

Sizi biraz sizden dinleyebilir miyiz? Kimdir Şafak? Nasıl biridir?

1978 İstanbul doğumlu, tüm hayatı adam gibi bir maaşlı işte çalışmak yerine sanatla geçmiş, kimilerine göre akıllı, kimilerine göre çılgın, delinin biri Şafak (gülüyor) Kalemi dinlense de beyni ve hayal dünyası hiç uykuya yatmaz mesela! Gece yarısı uykudan fırlayıp romanının tıkandığı yerleri düşünde gören, sonra da oturup yazan bir kişilik. Hayalperest, eğlenceli, deli dolu, ailesine bağlı, hala hayal kurabilen ender çılgınlardan...

Kitaplarınıza geçmeden önce oyunculuktan bahsetmek istiyorum. Aslında ilk olarak oyuncu olarak karşımıza çıktınız, doğru değil mi? Nasıl başladı bu serüven?

Herşey 5 yaşındayken bir Pazar günü babamın arkasından ağlarken başladı. Bahar ayıydı. Babam yat brandaları yapıyordu ve o gün de adaya bir tekne işi için gidiyordu. Ben de onunla birlikte gitmek istemiştim ama tabii ki gidemedim. Kapının önünde, annemin yanında oturmuş ağlıyordum. Tesadüfen Yeşilçam’ın emekçilerinden İbrahim Kurt geçiyordu kapının önünden. Bu Cüneyt Arkın’ın her filminde dövmekten hiç bıkmadığı uzun boylu sarışın kötü adam... Sonrasında yıllarca süren bir aile dostluğumuzun olduğu İbrahim abi beni görmüş, uzun saçlarım ve sevimliliğim dikkatini çekmiş anneme gelip "Bu yakışıklıyı filmlerde oynatmak ister misiniz?" diye sormuş. Sonrasında da kendimi setlerde buldum... İlk deneyimimim Fatma Girik ve Ekrem Bora’nın oynadığı "Oğlum Oğlum" filminin setiydi. Sonrasında bir çok dizi ve reklamlar da ardı ardına geldi... Taa ki 2007 yılına kadar... Tabii bu arada Akademi İstanbul adlı özel bir okulda Tiyatro eğitimi de aldım. Aaa bu arada çok kişinin bilmediği bir iki eğitimim daha var. Mesela Türkiye’nin TV şovmenliği ve TV programcılığı alanında eğitim alan ve mezun olan ilk 8 kişiden biriyim... Yani bir de diplomalı TV sunuculuğu maceram var. Orada bir çok dev isimden eğitim aldık. Okan Bayülgen, Leyla Tekül, İclal Aydın, Demet Akbağ, Rahmetli Selim Naşit Özcan ve daha bir çok bilindik isim derslerimize giren hocalarımızdı. Bu arada Türkiye’nin değerli bestekarlarından, Türk Sanat Müziğinin duayenlerinden Erol Sayan’ın talebelerinden biri olma şerefine de nail oldum. Ayrıca Rahmetli levent Kırca’nın tiyatrosunda ve Fatih Belediye Tiyatrosunda da oyunculuk yaptım...



Ayrıca müzik geçmişiniz de var...

Evet o da 6 yaşında başladı... Yani oyunculuk serüveninden bir yıl sonra. Önce amatör olarak org çalmaya başladım. Sonraki yıllarda bu tutkuya dönüştü ve profesyonel anlamda kendi kendimi yetiştirerek 14 yıl profesyonel olarak sahne aldım. Etiler, Bakırköy Regatta, Tarabya... Hem bir çok ünlü isme piyanomla eşlik ettim, hem de kendim çalıp söyledim piyanist şantör olarak. Ne yalan söyleyeyim hayatımın en eğlenceli en güzel yıllarıydı. Hatta askerliğimi de İskenderun Subay Orduevinde orkestra şefi olarak ve tiyatro ve müzik eğitmeni olarak yaptım. Bu sayede de yılın askeri ödülü almıştım. İşte bu gerçek bir gururdur....

Peki gelelim yazarlığa... İlk ne yazdınız? Nasıl karar verdiniz? "Ben yazar olacağım" diyor muydunuz hep?

Aslında hep sanatın sinemanın içinde olduğum için hepsi iç içeydi. Kendimi bildim bileli tam bir korku filmi tutkunuydum. Daha 8-9 yaşındayken "Ben de korku filminde oynayacağım, ben de korku filmi yapacağım" diyordum... Hatta "Büyüyünce oyuncu olmaya devam edecek misin" dediklerinde "Birgün Oscar alacağım" diyordum... Sonra gençlik döneminde tabii ki eğitimim de artıp sanata bakışım şekillendikçe Türkiye'de gerçek bir korku filminin neden olmadığını, neden böyle bir sektör olmadığını sorgulamaya başladım. 2002 Yılında Aksoy filmden Faruk ve Servet Aksoy’la yollarımız kesişti. Onlara bir dram senaryomu götürmüştüm sonrasında Servet beraber yazalım diye teklifte bulununca çalışmaya başlamıştık. Senaryoyu tamamlayıp çekim hazırlıklarına başlarken Servet Aksoy’la bir ortak noktamızı daha keşfettik, ikimiz de korku filmi tutkunuyduk. Hadi yazalım dedik ve onun eski bir öyküsünden yola çıkarak bir film yazmaya başladık. Ama Faruk Aksoy yani yapımcımız batı modeli bir film yapmak istemiyordu. İşte o an aklıma Türkiye’nin o dönemde en çok konuştuğu büyü ve büyücülük konusu geldi. 2003 yılında bu medyum Memişler, Ketolar falan modaydı. Hatta Fenerbahçe’nin kalesine büyü yapıldığı bile magazinde konuşulan konuydu. Bende Kuran'ı yeni okumuştum ve orada da büyüden bahsedildiğini, haram ve günah olarak açıkça lanetlendiğini okumuştum. İşte o an artık ne yazacağımı biliyordum; BÜYÜ... Faruk Bey de kabul edince Türkiye’nin ilk İslami Korku filmi ve dolayısıyla Türk Korku Filmi Sektörünü başlatan ilk film BÜYÜ’yü kaleme aldık ve bugün her yıl onlarcası çekilen bir sektörü başlattık...

Kitaplarınızdan bahseder misiniz?

Kitaplarım aslında Türk Korku Sinemasında başardığım şeyin devamı olmuştu. Malum senaryoyu yazarsın ama o film senin olmaz. Yapımcı değiştirir, yönetmen değiştirir, zaten bütçeler büyük sahnelere uygun olmaz... Bende baktım ki hayal ettiğim o korku dünyasını filme yansıtamıyorum dedim, okuyucumla direk buluşayım. İşte bu da yine Türkiye’de bir ilke yol açtı ve Türkiye’nin ilk Türk - İslami Anadolu Korku Romanı ÖTEKİLER Serisine başladım ve ilk kitabım LOHUSA "Ümmü Sübyan"ı yayınladık. Ardından da SicciN amel defteri, Karabasan ve Büyü "Lanetin Şafağı" kitaplarını yazdım. Kitaplarımın Temel merkezinde Kuran-ı Kerim ve Anadolu Efsaneleri yer alıyor. Çıkış noktam Kuran ve Halk arasında yaygın olan inanışlar üzerine... Ben de bunları kendi hayal dünyamda harmanlıyor ve karakterler üzerine giydirerek bir romana dönüştürüyorum.



"Çılgın Dersane Canada da biliniyor"

Canada’da kaldığım sırada tanıştığım 24 yaşında mimarlık öğrencisi bir genç sohbet ederken Çılgın Dersane'leri yazdığımı söyleyince hemen müziğini söylemeye ve ilk filmdeki "içindekiler nerede" sloganını söylemeye başladı. Dünyanın bir ucunda bunu duymak harikaydı.

Kitaplar neden hep korku içeriyor? Bir sebebi var mı?

Korku ve Komedi bunlar benim tarzım... Ama korku yazmayı özellikle de kitap olarak bu tarzı üretmeyi seviyorum. Özellikle yaptığım bir şey değil aslında beynim bu şekilde çalışıyor. Bir iki kez aşk senaryosu yazmayı denedim ama yine finali gerilim ve korkuya bağlanınca ben de tamam oğlum sen busun deyip kaderime razı oldum (gülüyor)

Bugüne kadar çıkardığınız romanlarınızda aradığınızı buldunuz mu? Gerek okuyucularınız gerekse sesinizi duyurmak anlamında hayal ettiğiniz noktada mısınız?

Duygusal tatmin olarak evet düşlediğim yerdeyim. Gerek sinemada gerekse Edebiyat’ta ilklere imza attım. Birçok okuyucum bugün meslektaşım ve rakibim oldu. Bu eşsiz bir duygu... Aynı benim gibi korku yazmayı hayal edip bir türlü cesaret edemeyen ya da hayal olarak içinde tutan birçok okuyucum fuarlarda kitaplarımı okuduktan sonra kendilerini de bu maceranın içine attı ve kendi korku romanlarını ya da öykülerini yazıp yayınlattı. Bu o kadar onur verici bir durum ki binlerce normal okuyucun hayranın var ama bunların içinde senin kitaplarınla yazmaya başlayan ya da senin kitaplarını takip eden onlarca yazar okuyucunda var... İmza günlerinde onların kitaplarını imzalayarak standıma gelmesi, hem kendi kitaplarını hediye etmeleri hem de benden imzalı kitap almaları.... Bu asla tarif edilemez bir onur. Hatta bu yılki Tüyap fuarında bir çift imza için yanıma geldi. Tüm kitaplarımı okuduklarını söyledi. Elinde de kalın bir kitap vardı. Kitabı bana uzattığında isminin "Türk Korku Sineması Kronolojisi" olduğunu gördüm. Bu hanımefendi 2004 yılında Büyü filmini izledikten sonra Türk korku filmleri ile ilgilenmeye başlamış, doktora tezini de Büyü filmi ve Türkiye’deki korku sineması olarak vermiş ve doktorluk ünvanını aldıktan sonrada bu kronoloji kitabını hazırlamış. Bana "Siz ve sizin filminiz sayesinde doktoramı aldım ve şimdi bir korku filmi eleştirmeniyim" dedi. Düşünsenize hiç tanımadığınız birinin hayatında dönüm noktası olmuşsunuz ama haberiniz yok. Ayrıca ilk korku romanım olan Lohusa Ümmü Sübyan farklı kişiler tarafından da tam 6 kez bitirme tezi olarak konu alındı. İşte bunlar büyük bir duygusal tatmin ama gelelim işin diğer kısmına.... Fuarlarda hala en çok satan tek korku romanı benim eserlerim. Özellikle Siccin amel Defteri 5 baskısı da tükendi ama gel gelelim hiçbir büyük yayın kuruluşunda, hiç bir tv programında hiçbir yazılı ya da görsel medya da kimse bunlardan bahsetmedi.

"Kerimcan kadar değer göremedik"

Düşünsene Türkiye’nin İlk korku filmini yazmış ve bir sektör başlatmışsın, Türkiye’nin ilk Türk Anadolu korku edebiyatı romanını yayınlamış ve sektöre yeni yazarlar ve yeni bir tür katmışsın ama şu ne olduğu çözülememiş ne iş yaptığını takipçilerinin bile bilmediği Kerimcan’ın onda biri kadar değer görememişsin... Biz insanlar okusun ilerlesin, sektör büyüsün diye çabalarken basın ve medya kim kimle yatmış, kim ne zaman silikon taktırmış, kim kaç sevgili değiştirmiş, ne yemiş nerede eğlenmiş haberlerinden bize küçük bir haber dahi ayıramıyor. İşte bu yüzden kimse bilmiyor Şafak ve Şafak gibileri... Piyasada adı duyulmamış ne Ayşe Kulinler ne Elif Şafaklar var bir bilseniz... Büyük yayınevleri size fırsat vermiyor, dağıtımcılar anlaştıkları yayınevleri haricinde kitaplarınızı büyük kitapçılarda 3 - 5 tane dağıtıyor. Basın desen umurlarında bile değilsin. Sen Türkiye’nin ilkini yapmışsın neye yarar kimse bilmedikten sonra... Burada basının biraz değer vermesi ve görmesi gerek bizleri. Çünkü Edebiyat üç beş kişiden ibaret değil ya da medya ve magazin Kerimcanlardan ya da her hafta bir sevgili değiştiren konuşmasını bile bilmeyen abidik gubidik kadınlardan ibaret değil...

Kitaplarınız arasında "benim için en önemlisi" dediğiniz hangisi? Neden?

Aslında tüm kitaplarım önemli. Hepsi kendi etimden kanımdan ama yeni çıkacak olan kitabım bir çok anlamda çok önemli. Yeni bir seri başlıyor "Dabbe-tül Arz Serisi" ve onun ilk kitabı "Vesvese" çünkü burada çok önemli ve farklı bir kurgu oluşturdum. Türkiye’de yine bir ilk olacak... Sorgulayan ve okuyucuya da bildiği her şeyi yeniden sorgulatacak bir kitap geliyor. Vatikan’ın sakladığı ve kabul ettiği sırlar, Şeytanın gerçek sayısı 616 ve bu sayının gizemi. İncil, Tevrat ve Kuran da 616, kıyamet ve şeytan, Tarihin gizli sırları, Bilim ve bilimin içinde gizlenen gerçek hepsi bu kitapta var. Ama en önemlisi Adem ile Havva’dan bu güne kadar bize zincirlenmiş kanımıza işlemiş şeytanın en büyük sırrı açığa çıkacak ve 4 kitaplık seri de bakış açınızı yerle bir edecek bir kitap geliyor. İlk kez bir korku romanında hem üç din, hem bilim hem tarih hem de gerçekler olacak. Romandaki iddiam da şu; Şeytan ya size düşündüğünüzden, Şah damarınızdan bile daha yakınsa! Çok daha yakınınızda! Kanınızda! Öyle bir kitap oldu ki okuyucu kitabı arama motoruyla birlikte okuyacak çünkü yazılan anlatılan her şey gerçek ben sadece tüm gerçekleri yine kendi hayal dünyamda harmanlayıp bir öykü kurgusu yazdım ve romanlaştırdım. DNA’dan tarihe, dinlerden komplo teorilerine kadar New York, Philadephia, İstanbul ve Kudüs arasında yolculuk eden, Dan Brown’un eserlerinden çok daha önde bir iş oldu. (Tabii bunu okuyan arkadaşlarım söylüyor) yani okurken sadece korkmayacaksınız aynı zamanda sorgulayacak, öğrenecek ve dipsiz bir maceranın içinde sürükleneceksiniz. Vesvese, Türk Korku Edebiyatında bir milad olacak... Zaten kitap önümüzdeki yaz sonu Amerika ve Canada da satışa çıkacak yani gerçekten uluslararası bir oyun başlıyor.



Birgün okurlarınızı şaşırtmayı düşünür müsünüz? Bir aşk romanı ya da bir şiir kitabı ile mesela...

Neden olmasın? Ama zor gerçekten o duygu yoğunluğuna girmek kolay değil. Yok değil aklımda bir aşk romanı ama ne zaman olur ya da gerçekten olabilir mi sanırım zaman gösterecek...

Büyü ve Çılgın Dersane gibi önemli sinema filmlerinin de senaristisiniz aynı zamanda. Böylesine bilinen filmleri yazmak nasıl bir duygu? Mutlu musunuz aldığınız tepkilerden?

Kesinlikle mutluyum az önce de dediğim gibi Büyü Türk Korku Filmlerinin miladı oldu. İlk film olarak ardından gelen yüzlerce Türk korku filmine ilham ve kılavuz oldu. Benden sonra herkes cinli büyülü filmler yaptı ve bu harika bir şey. Çılgın Dersaneler ise tam bir gençlik serisiydi. O da Türkiye’nin ilk gençlik komedi filmiydi. Öncesinde Hababam Sınıfı serilerini saymazsak gençlik komedisi yoktu ki Hababam Sınıfı serileri de tam anlamıyla gençlik değildi, daha aileye hitap ediyordu ama Çılgın Dersane serileri tamda bu günün gençlerine hitap etti. Bazı dersaneler filmimizden esinlenip kayıt olanlara bir hafta tatil armağan etti promosyon olarak, birçok kez sokakta gençlerin Çılgın Dersane müziklerini söylediğini duydum, birçok gece kulübünde şarkıları çalınıp dans edildi. Hatta geçen yaz Canada’da kaldığım sırada tanıştığım 24 yaşında mimarlık öğrencisi bir genç sohbet ederken Çılgın Dersaneleri yazdığımı söyleyince hemen müziğini söylemeye ve ilk filmdeki "İçindekiler nerede" sloganını söylemeye başladı. Dünyanın bir ucunda bunu duymak harikaydı.

Şuan da yazdığınız bir kitap ya da senaryo var mı? Bizlere ne zaman ulaşacak eğer varsa? Bahsedebilir misiniz?

Bu dönem biraz babamın sağlık sıkıntıları var o yüzden pek yazamıyorum ama bu yıl için iki korku filmi projesi için imzalar atıldı. Ayrıca Dabbe-tül Arz Serisinin ikinci kitabı içinde çalışmaya başladım. Eğer zamanım kalırsa da şu an yarıladığım SicciN serisinin ikincisini de artık tamamlamayı düşünüyorum. Her şey yolunda giderse 2018’in Ekim ayında Siccin 2’yi 2019’ başında da Dabbe-tül Arz Serisinin ikinci kitabını yani Vesvese’nin devamını çıkarmayı hedefliyorum.



Senaristlik yapmak isteyenlere önerileriniz var mı?

Öncelikle ciddi bir hayal gücü ve fedakarlık isteyen bir iş... Para kazanıp ünlü olmayı düşünüyorlarsa üzgünüm ama o iş zor. Çünkü bir film yazarsınız yönetmen her TV şovunda oyuncularla boy gösterip filmi anlatırken sen gölge adam olarak kalırsın. Ve kazandığın para da öyle bahsedilen hayal kurulan rakamlar hiç değil. Hayal kurarken, senaryo yazarken karakterlerinde öykünün de ayakları yere sağlam basmalı. Her karakterini çok iyi tanımalı, her diyaloğu yazarken hissetmeli tabii bir de Türkiye şartlarını göz önünde bulundurmalı. Yani Hollywood bütçelerinde filmler yazmamalı.

"Toplumsal bir cinnet yaşıyoruz"

Bana göre şiddetin cinsiyeti ya da biçimi yoktur. Erkeğe ya da kadına yapılan şiddet sözlü ya da fiziksel ya da bir bakışla bile yapılan şiddet kötüdür. Özellikle de son 1 yıldır ekranlara yansıyan o gaddarca katliamlar kanımı donduruyor. Benim kitaplarımın en korkutucu sahnelerinde bile hiç kullanmadığım şiddete uğruyor kadınlar. Toplumsal bir cinnet yaşıyoruz. Toplum olarak hepimizin suçu var diziler filmler değişmeli, haberler değişmeli, yaşam koşulları değişmeli... 1500 tl ile bir aile geçinemez ise, sinema da, TV de, tiyatroda şiddet dışında bir şey izlemez ise bunları asla önleyemeyiz.

Türkiye'de hem sinema sektörüne hem de yazarlara gereken ilgi ve değerin verildiğine inanıyor musunuz?

Az önce de söylediğim gibi maalesef değer yok... Yapımcılar olması gerekenin çok altında rakamlar vererek zaten yazarı kıskaç altına alıyor. Yazar da aman filmim çıksın diye ya da ihtiyacı olduğu için maalesef sesini çıkaramıyor. Aynı şey Edebiyat sektörü için de geçerli. O kadar çok yazmaya iştahlı insan var ki yayınevleri artık onların kitaplarını basmak için telif ödemek yerine para alır olmuş. Yani paran varsa kitabın basılıyor. Büyük yayınevleri yabancı yazarlara yüksek telif ödediği için yerli yeni yazarlara bütçe ayırmıyor. Küçük ve orta ölçekli yayınevlerinden çıkan yazarlar büyük dağıtım ağı olan kitapçılarda kitabı için yer bulamıyor. Eğer çok şanslıyla 2-3 kitabı ancak büyük kitap evlerinde bulunuyor o da arkalarda binlerce kitap arasında kaybolup gidiyor. Burada kimse kusura bakmasın ama asıl suçlu basın... Elbette her kitaba yer veremez her yazarı öne çıkaramaz ama işinde iyi olanları ya da iyi olmak için çabalayan ve gelecek vaad eden yazarları biraz ortaya çıkarır okuyucusuyla buluşturabilir ya da tanıştırabilir ise işte o zaman hem Türkiye'de okuma oranı artar hem de yazarlık bir meslek haline dönüşebilir. Sinemaya gelince o da aynı oyuncun star olur yönetmen yazdığın film sayesinde kaşesini ve ününü arttırır ama sen ancak bir iki küçük röportaj ile gölge adam olarak kalakalırsın.

Ülkemizde kadına şiddet malesef hep var ve hiç azalmadan devam ediyor. Öldürülen kadınlarımız da cabası. Siz bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz, bir erkek ve bir yazar olarak...

Eğitim diyorum, toplumsal gelişim diyorum empatiyi öğrenmek diyorum. "Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir." Atatürk bunu söylerken gerçekten de geleceği görmüş. Çünkü sanatın olmadığı yerde toplumsal değerleri yerle bir eden kişiler ortaya çıkıp insanları yozlaştırmaya başlıyor. Ve bu yozlaşma geriye toplumda çöküşü ve beraberinde şiddet getiriyor. Aksiyon dizilerine bakın neredeyse 15 senedir mafya ve şiddeti özendiriyor. Adamlar her bölüm yüzlerce kişi öldürüp sonra güzel sevgililerinin yanına pahalı arabalarıyla gidip lüks içinde muazzam bir hayat süzüyor. Dramlarda ise sürekli bir aldatma kimin eli kimin cebinde belli değil... Yarışmalara hiç bakmayın bile. En basit yemekteyiz programında bile alt metinde rakibini ez her türlü üçkağıdı ve hainliği yap ödülü kap diyen bir mesaj var. Zaten o diğer yarışmaları saymaya bile gerek yok. Survivor'de kural yok tek kural rakibini ez. Yani şiddetin ve kumpasın bu kadar özendirildiği, sanatın tiyatronun sadece Güldür Güldür ekibinin belden aşağı esprilerinden oluştuğu bir toplumdan nasıl şiddetsiz bir toplum beklenir ki... Bana göre şiddetin cinsiyeti ya da biçimi yoktur. Erkeğe ya da kadına yapılan şiddet sözlü, ya da fiziksel ya da bir bakışla bile yapılan şiddet kötüdür. Özellikle de son 1 yıldır ekranlardan yansıyan o gaddarca katliamlar kanımı donduruyor. Benim kitaplarımın en korkutucu sahnelerinde bile hiç kullanmadığım şiddete uğruyor kadınlar. Toplumsal bir cinnet yaşıyoruz. Toplum olarak hepimizin suçu var diziler filmler değişmeli haberler değişmeli yaşam koşulları değişmeli... 1500 tl ile bir aile geçinemez ise, sinema da, tv de, tiyatroda şiddet dışında bir şey izlemez ise bunları asla önleyemeyiz.

Bundan sonraki hayalleriniz planlarınız neler?

Kitaplarımla ve filmlerimle yurtdışına açılmak... İlk iki adımı attım. Amerika’ya Los Angeles’a yerleştim ve burada dostum Biray Dalkıran’la bir korku filmi çektik. Yani yine bir ilke imza attım. Hollywood’da çekilmiş, tamamı Amerikalı oyunculardan oluşan Türk usulü ilk Amerikan korku filmini çektik. Yakında da önce Amerika'da ardından da tüm dünyada vizyona girecek. Ayrıca Vesvese ile birlikte Amerika’da yayınlanmış ilk korku romanının yazarı olacağım. Hollywood için hazırladığım 5 sinema filmim var onların çevirileri de yapılıyor. Hedef tek OSCAR!



Beğendiğiniz ve takdir ettiğiniz senaristler var mı?

Açıkçası özgün iş yazan çok senarist yok maalesef. Çağan Irmak ve Gürse Birsel özgün işler yazan kalemler. O yüzden de kesinlikle takdirlik kalemler. Ayrıca Güldür Güldür’ün yazar grubu da çok iyi... Korku Edebiyatında ise kesinlikle Galip Dursun, Demokan Atasoy ve Işın Beril Tetik korku öyküleri konusunda ciddi emek ve çaba sarf eden iyi kalemler. Korku romanlarında ise bir kadın yazar olarak Serda Kayman kesinlikle okunmalı. Özgün Çınar ise Tarih ve korkuyu harmanlayan iyi bir kalem.

Peki örnek aldığınız isimler var mı?

Okuduğum, takip ettiğim yazarların başında Stephen King var. Tabii ki Dan Brown ve Tess Gerritsen ama hiçbirini örnek almam ve izlemem. Çünkü her yazarın kendine ait bir hayal dünyası olmalı. Esinlenmek bana zarar verir bu yüzden de ben sadece kendi iç dünyamda kalmayı seviyorum.

Okur kitlenizi nasıl buluyorsunuz? Bilinçli okurlarımız var mı sizce?

%70’i bilinçlidir okuyucularımın... Aldıkları kitabı sadece çevrede hava atmak için almazlar. Bu yüzden de her fuarda tekrar karşılaşırız ya da bir kitabımı aldıklarında muhakkak diğerlerini de okumuş oluyorlar. Ama geri kalanı ya kapağı ya adı için alıyor. Özellikle öğrenci kesimi sadece imzalı kitabı olsun ya da bir arkadaşı aldı diye alıyor. Ben okuyucusu ile aile olmaya çalışan biriyim. Muhakkak instagram üzerinden birbirimizi takip ediyoruz. Yazdıklarında muhakkak cevap veriyorum sohbet ediyoruz...

Sizce en büyük Türk kimdir? Ve son olarak neler söyleyeceksiniz?

En büyük Türk tartışmasız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve onunla halkının özgürlüğü için yiyecek ekmeği, giyecek potini yokken düşünmeden canını vermiş ve hala da vermekte olan şehitlerimizdir. Ama madem siyasi bir soru şunu da söylemek isterim ki eğer bu coğrafyayı bu şehri hala Türk olarak solumamıza vesile olmuş, Fatih’i, Kanuni’yi de görmezden gelmemek gerekir. Ulubatlılar ve Genç Osman’lar ve Çanakkale de binlerce kefensiz yatan Seyit onbaşı ve diğerlerini de aynı sevgiyle görmek gerekir. Bence toplumun en büyük sorunu da budur! Ayrıştırmak o ya da bu demek, ötekileştirmek! Biz her rengi, her inanışta ki insanıyla koca bir bütünüz ve öyle de olmalıyız. Ayrımcılık bizi sadece çöküşe sadece daha çok kin nefret ve ölüme neden olur. Ulu önder Atatürk bunu o kadar iyi görmüştür ki gençliğe hitabesinde bundan birçok defa bahsetmiştir. Konumuza dönecek olursak ben ve benim gibi kalemi beyaz kağıtla buluşan binlerce yazar okunmayı bekliyoruz. Okunup anlaşılmayı... Şiir, deneme, roman, öykü fark etmez, okumak gerek okuyup düş kurmak ve kurduğumuz düşleri gerçekleştirmek... Korku ve kabuslar sadece kitaplarda kalsın, son sayfada bitip yenisi açılana kadar sadece satır aralarında olsun ve bizler gülümseyelim...

 

Röportaj: Yağmur Tanyıldız
Editör: TE Bilisim