Büyük yazar, Sabahattin Ali'nin edebiyat hayatına bakarsanız, tabir yerindeyse "şeytan taşlamaktan namaz kılmaya vaktinin kalmadığını" görürsünüz

Büyük yazar, Sabahattin Ali'nin edebiyat hayatına bakarsanız, tabir yerindeyse "şeytan taşlamaktan namaz kılmaya vaktinin kalmadığını" görürsünüz… Hiçbir zaman çalıları dolaşmasına izin verilmemiştir, hep çalılarla, çırpılarla, üstüne başına batan dikenlerle uğraşmıştır üstadımız.

Öğretmenlik yaptığı yıllarda ‘içki içip olay çıkardı’ diye şikâyet edilmiştir, hep garip bir kuşkuyla yaklaşılmıştır kendisine, abuk sabuk nedenlerden okullarının yönetimine müzevirlenmiştir… Yine de bitmez, yoktan sebeplerle açığa alınmıştır, görev yaptığı yerlerden uzaklaştırılmıştır, kızağa çekilmiştir.

Yargılanmaktan, hapishanelere düşmekten, ısrarla ve inatla kendini anlatmaya çalışmaktan, dergilerinin, çıkardığı gazetelerin toplatılmasıyla uğraşmaktan ve geçim sıkıntısını ortadan kaldırmak için oradan oraya koşturmaktan (hatta hiç bilmediği işlere girişip örneğin nakliyecilik yapmaktan) YAZMAYA VE KİTAPLARA vakti kalmamıştır.

Sabahattin Ali, bu topluma fazladır, başka bir âlemin insanıdır çünkü… Naiftir, sevecendir, sevmek sevilmek ister ve içi yaşama hevesiyle doludur. Bazılarının bunu anlayamamasını yadsımamak gerekir… Bu yüzden onu mahkemelerle uğraştırırlar, zindanlarda çürütürler.

Düşünsenize, Türkiye’nin en parlak yazarlarından birisi (küçümsemeden söylüyorum, alakasız bulduğum için bu örneği veriyorum sadece) kamyonculuk yapıyor ve teker patladığında, motor arıza yaptığında, bunu tamir ettirmek için, oraya buraya koşturuyor veya kamyonun eksikleri giderilsin diye gittiği kuş uçmaz kervan geçmez ilçelerde, kasabalarda birkaç hafta yatılı olarak kalıyordu.

Kitaplarından, kalemlerinden, defterlerinden, daktilosundan, yeni çıkan dergilerden ve günlük gazetelerden ayrı kalmak, yollarda vicdan azabı içinde oradan oraya dolaşmak, geçim zorluğundan hayallerini bir kenara bırakıp ekmeğinin derdine düşmek nasıl acıtmıştır içini, nasıl kahretmiştir onu…

Gene öyleyken toplumumuzu iyi gözlemleyerek, harika yapıtlar ortaya koymuştur. Bize - çoğu bestelenip şarkı yapılmış - büyük şiirler kazandırmıştır Sabahattin Ali...

O, insanın ruhunu, zaaflarını, tutarsızlıklarını veya ihtiraslarını, örneğin zenginlerin her devirde gemisini yüzdürmesini çok iyi incelemiştir ve şu an ülkemizin en büyük yazarlarından biridir.

Bir de bu değerli ve bahadır yazarımızın elinde, Ernest Miller Hemingway’in hayatındaki imkânlar olsaydı neler çıkardı ortaya…

Bir çiftlikte yaşasaydı, her işine koşturan insanlarla, sabah kalkıp yazının başına otursaydı, geçim derdi tasası falan olmasaydı ve 41 yaşında (birçok yazarın anca, yetkin eserler verdiği bir yaşta) hayattan koparılmasaydı neler yapardı, nasıl şaheserler ortaya çıkarırdı, varın gerisini siz düşünün.
***
Dikkatimizi başka bir söz ustasına, mavi gözlü dev Nazım Hikmet'e verecek olursak onun da tek derdinin harika şiirleri, Türkiye’yi memleket memleket incelemesi ve insan manzaralarını ortaya çıkarması gerekirken, birkaç parıltılı yıldan sonra, kendini koruma, canını kurtarma telaşına düştüğünü anlarsınız.

Ve en son da çok sevdiği memleketinden ayrılıp gurbet ellere gittiğini, yıllarca ülkesine hasret yaşayıp, orada ruhunu teslim ettiğini - bir kez daha acıyla - okursunuz...
***
Orhan Kemal'in de para kazanmak zorunda kaldığından, çoluk çocuğunu geçindirme mecburiyetinden, ileriki yıllarda mutsuzlukla hatırlayacağı ve kendine çok kızacağı, özelliksiz kitaplar yazdığını öğrenirsiniz.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da – o da maddi olarak hayatını devam ettiremediği için - milletvekili olayım diye, birilerine âdeta yalvardığını görürüz, biyografi kitaplarının hüzünlü sayfaları arasında…
***
Örneğin ben, hayatımı kazanmak, kızımın nafakasını temin etmek zorunda olmasam memuriyette bir dakika durmam…

Bulunduğum konumu küçümsemiyorum, hatta Zabıt Kâtipliğini bir kader olarak görüyorum - çocukluğumda babaannem beni ‘Kâtibim’ diye severdi ve askerde bile Kâtip Er’dim çünkü - ama her gün disiplinle, heyecanla yazının başında olmak ‘başka bir şeydir’ diye düşünüyorum.

Huzur içinde sabah belli bir vakitte kalkarım, sekiz buçukta yazının başına otururum, öğleden sonra bir ara veririm, yarım kalan, okumam gereken kitaplara zaman ayırırım falan... Ondan sonra, akşama kızımla, mutlulukla oyunlar oynarım, birlikte daha iyi ve verimli vakit geçiririz.

Ama maalesef böyle bir imkânım yok ve daha ne zamana kadar olmayacak bilmiyorum. Akşama kadar, büyük bir binanın içinde durup işten dönünce de sürekli kafamda okunacak ve yazılacak şeylerin meşguliyetiyle dolaşıyorum. Hiçbir şeye, işe doğru dürüst veremiyorum kendimi…

Gerçi ukalalık etmeyeyim, benim yaşadıklarım, benden öncekilerin mahrumiyetlerinin yanında deve de kulak… Lakin bir yazar olarak, daha güzel şartlarda çalışmayı istiyorum elimde olmadan…

Velhasıl Türkiye'de, sanatın bir tarafından tutmak, yazmak istemek, resim yapmakla yanıp tutuşmak, edebiyata gönül vermek, ‘ben de varım’ demek, elini taşların altına koymak, zor, külfetli, maddiyatla fazlasıyla ilgili ve senden çok şey alıp götürüyor.

Kimi zaman Sabahattin Ali'yi yaşamdan koparıyor, bazan Nazım Hikmet gibi bir dehayı, Rusya'ya kaçmaya zorluyor, ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’a birilerine ‘el aman’ dedirtiyor veya Orhan Kemal'i, geriye dönüp baktığında, ‘sanatına ihanet’ olarak düşündürtecek şeyler yazdırıyor...