1 – NAMIK KEMAL 21 ARALIK 1840 – 02 ARALIK 1888


21 Aralık 1840 Yılında Tekirdağ’da dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Kemal iken ona Namık Kemal adını Eşraf Paşa verdi. Annesini küçük yaşta kaybeden Namık kemal dedesi Abdülhamit’in yanında büyüdü. Bu sayede Rumeli ve Anadolu’nun Çeşitli kentlerini gezdi. Arapça ve Farsça öğrendi, özel öğrenim gördü. 18 yaşında İstanbul’a babasının yanına döndü. Önce katip olarak çalıştı. Bu görev sırasında önemli düşünürlerle ve sanatçılarla tanışma olanağı buldu. 1865 Yılında kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkar gazetesinde hükümeti eleştiren yazmaya devam etti. Bu yazıları yüzünden devamlı sürgün hayatına maruz kaldı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazıyordu ama farklı nedenlerden dolayı hep ayrılmak zorunda kaldı. Bazen dergiler kapatıldı, bazen ortaklarıyla anlaşamadı, bazen de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı.
İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı "Vatan Yahut Silistre" oyunu, 1873'te Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendi. Oyunu izleyenler galeyana gelip olay çıkardı. Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa'ya sürgüne gönderildi.
Namık Kemal Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a döndü ama buradaki çalışmaları da kısa sürdü. 1 yıl sonra tekrar tutuklandı. Önce Midilli adasına sürüldü, sonra Rodos’a, en son 1887 Yılında Sakız adasına gönderildi. Bir yıl da burada kaldıktan sonra 1888 Yılında öldü. Gelibolu Bolayır’da defnedildi.
Namık Kemal’i en çok şiirlerinden ve bağımsız özgürlük diye haykırdığı sözlerinden tanırız. Namık Kemal hem bir devrimci, hem de kocaman bir devrimdi. En önemli özelliklerinden biri Türk şiirini Divan Şiirinin etkisi altından kurtarmaya çalışmasıdır. Tiyatroya çok önem veren bir yapıya sahipti. Tiyatro aşkı ve vatan sevgisini birleştirince ortaya Vatan Yahut Silistre çıktı. Vatan Yahut Silistre oyununun gerçek adı Vatan’dır. Eser yayınlandıktan sonra uygulanan yasaklar ve sansür nedeniyle Silistre adıyla oynanmış ve yayımlanmıştır. Batılı anlamda yazılıp oynanan ilk tiyatro eseridir. Bu oyun Avrupa’da da büyük ilgi uyandırdı ve beş dile çevrildi. Namık Kemal tiyatro anlamında önemli eseler vermiş ve bugün tiyatroyu tiyatro yapan o büyük etkenlerin yapı taşını kendi elleriyle koymuştur. Herkesin Edebiyat derslerinde en çok karşılaştığı yazarlardan biri olan Namık Kemal’in İntibah romanı ilk edebi roman niteliğinde değerlendirilir. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılır. Namık Kemal’in bir diğer önemli romanı da Cezmi romanıdır. Edebiyat tarihinde ilk tarihi roman olarak gösterilir. Namık Kemal şiirleri ve sözleriyle de bilinen ünlü bir edebiyat yazarıdır. Vatan Şairi adında da isimlendirilir. En sevilen şiiri Vatan Şarkısı’dır. Şiirinden kısa bir dörtlüğü size sunmak isterim.
Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın.
Cennet kapısı can veren kardeşlere açılsın.
Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın.
Kavgada şehadetle tam murada ereriz biz!
Osmanlılarız can verir nam alırız biz!
Namık Kemal hem hece ölçüsü, hem aruz ölçüsü kullanmakla beraber şiirlerini daha çok aruz ölçüsü ile kaleme almıştır. Aynı zamanda Servet-i Fünûn kuşağından Ali Ekrem Bolayır'ın da babasıdır.
Bu güzel insanı kaybettiğimiz Aralık ayında en güzel sözlerinden biriyle analım:
Vatan sevgisinden maksat, toprağa değil, onun üstünde yaşayan insanlara duyulan sevgidir.


2 – REŞAT NURİ GÜNTEKİN 25 KASIM 1889 – 13 ARALIK 1956


Çağdaş Türk Edebiyatının ünlü roman, öykü ve tiyatro yazarı Reşat Nuri Güntekin, 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesini bitirdi. Burak Sultanisi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı. İstanbul’a atandıktan sonra Çeşitli okullarda felsefe öğretmenliği yaptı. Mahmut Yesari’yle kendi adında mizah dergisi çıkardı. Uzun yıllar liselerde edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişi oldu. Çanakkale Milletvekili seçildi. Memleket gazetesini çıkardı. Unesco’da Türkiye temsilciliği, Paris’te kültür ataşeliği görevlerinde bulundu. Emekliye ayrılıp eserlerini yazarken yakalandığı kanserden tedavi için gittiği Londra’da 13 Aralık 1956 Yılında Reşat Nuri Güntekin’i kaybettik.
Şuana kadar yazdığı eserlerden bazılarını televizyon dizisi ve sinema filmi olarak izledik. Anadolu yaşantısının sorunlarını, duygularını, inançlarını süssüz, yalın bir dille açıklığa getiren bir yazardır. Onu bu kadar ünlendiren ilk romanı Çalıkuşu olmuştur. Bundan önce yazdığı öyküler, eleştiri yazıları, piyesler Çalıkuşu romanından sonra kendini göstermeye başlar.
Romancılığının sırlarını açıklarken şöyle der: "Konu, pek ilkel şekilde aklıma gelir. Hiçbir zaman, hemen derhal bu konunun planını yapıp da yazmaya başladığım vaki değildir. Bulduğum konuyu, zihnimde bir kenara atarım. Onu francala hamuru gibi kendi kendine kabarması için uzun müddet bırakırım. Çok defa aradan birçok senenin geçtiği de olur. Bu müddet zarfında konuda bazı ilaveler yaparım. Bazı kısımlarını atarım, çıkarırım."
Yazdığı eserler arasında bir ailenin içinde yaşanan dramları konu alan ve o ailenin babası Ali Rıza efendinin çocuklarının hayatında nasıl yaprak gibi savrulduğunu gösterir. Çok okunan bir eser haline dönüşen bu romanı televizyonda görsel bir şekilde izledik ve çok sevdik. Aynı zamanda Dudaktan Kalbe romanıyla anlattığı kırgın bir aşk hikayesi hem okuyanları hem izleyenleri bir kez daha eserine hayran bırakmıştı. Hüseyin Kenan aşkın dudaktan kalbe inmeyeceğini felsefe edinmiş bir sanatçı, Lamia ise kimsesiz genç ve güzel bir kızdır. Lamia’nın uzaklardan bir keman sesine aşık olmasıyla başlar her şey. O keman sesi yaklaştıkça Kenan onun için bir suret olur ve Lamia artık genç bir kadındır. Lamia Kenan’ın aşkına bir türlü inanmaz. Bu da ikili arasında bir imkansız aşk serüvenine dönüşür. Reşat Nuri Güntekin romanlarında gözlemciliğe dayanan, canlı bir üslup kullanır.


3 – ABİDİN DİNO 23 MART 1913 – 7 ARALIK 1993


Abidin Dino bir ressam, bir yazar, bir karikatürist, bir film yönetmeni, oyun yazar, folklor araştırmacı ve bunun gibi birçok sanat dalında uğraşmış gerçek bir sanatçı. Abidin Dino hayatıyla sanatını birbirinden ayırmadığı için politik olduğu kadar romantik, inandığı yolda kanının son damlasına kadar mücadelesini sürdürecek kadar inatçı, bir daldan ötekine atlarken son derece rahat davranan bir yaratıcıydı. Abidin Dino hayatının büyük bir kısmını yurt dışında geçirdi. Okul hayatının ilk ve son adresi Robert Koleji oldu. Ancak buradaki eğitim hayatı kısa sürdü. Kendi deyişiyle resimden gayrı hiçbir şeye ilgisi olmadığını çabuk anladı. Kütüphanelerde binlerce minyatürü inceledi. Resim konusunda en büyük desteği şair abisi Arif Dino’dan gördü.
Çizimleri ile Babıali’de dikkatleri üzerine çektiğinde henüz 20’li yaşlarının başındaydı. 1930’lu yılların henüz başındayken Nazım Hikmet’in kitaplarına kapak resimleri çizdi. Resimleri çok beğenilmiş ve Abidin Dino olarak anılmaya başlamıştı. Bu sayede ise Nazım Hikmet iler ömür boyu sürecek bir dostluğa adım atmışlardı.

Sovyetler Birliğinden ayrıldıktan sonra birkaç aylığına Paris’e gitti. Dönemin önemli yazarları ve bilim adamlarıyla tanıştı. Kendini sosyalist ve antifaşist olarak tanımlayan Dino, bu dönemde İspanya iç savaşına gidebilmek için adını gönüllüler listesine yazdırdı ancak savaş bitince İspanya’ya gidemedi. 1938 Yılında İstanbul’a döndü. Birkaç arkadaşıyla Liman grubunu kurdu ama zaten politik olarak mimli olduğu o sıralarda yaptığı resimler birilerini rahatsız etti ve Dino Çorum’a sürgün edildi. Abidin Dino çok yönlü bir ressamdı ve burada da yeteneğini devam ettirdi. Çorum’un doğa güzelliklerinden faydalanarak köy temalı çalışmaların sürdürdü. Hatta Çorum bölgesinde köylüleri anlatan Kel adlı bir piyes oyunu yazdı, fakat piyesin yazılmasıyla toplatılması bir oldu. Bu sefer adres Adana’ydı. O yıllarda köy köy dolaşarak ağıt toplayan Yaşar Kemal ile tanıştı. O dönem için Yaşar Kemal yıllar sonra, “Abidin Dino olmasa, Yaşar Kemal olmazdı” diyecek, sürgünün bazen işe yaradığını söyledi. Abidin Dino tam olarak aşk adamıydı. İlk ve son aşkı Güzin Dino ile evlendi ve Dino’nun ölümüne kadar hiç ayrılmadılar. Güzin Dino Abidin içi her şey demekti. 50 yıllık evlilikleri boyunca çok mutlu oldular. Bunu eşi Güzin Dino ölmeden önce verdiği bir röportajında dile getiriyor.
Siyasi görüşleri ve yazıları dolayısıyla zor bir seçim yapan Dino ülkesinden ayrılmaya karar verdi ama kendi de bu ayrılığın bu kadar uzun süreceğini bilmiyordu. Abidin Dino ülkesine ancak 20 yıl sonra dönebildi. Paris’te yaşadığı sürece büyük başarılar ve övgüler elde etti. Eşiyle birlikte evlerinde bir sürü sanatçıyı ve dostlarını ağırladılar. Bunlardan biri de Nazım Hikmet’ti. Her ikiside ülkesinin hasretini çeken bir vatandaş olarak birbirlerine ilaç oluyorlardı.
1960’lı yıllarda Nâzım, Vera’ya ithafen yazdığı gelmiş geçmiş en güzel şiirlerden biri olan ‘Saman Sarısı’nda Abidin’e de sesleniyor ve mutluluğun resmini yapıp yapamayacağını soruyordu. Birçok romana, televizyon ve sanat dünyasına konu olan Abidin Dino ile anılan bu eser ortaya böyle çıkmıştı.

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”
Nâzım’ın şiirinden sonra, Abidin Dino ile yapılan her röportajda mutluluğun resmini yapıp yapamadığını sormak neredeyse bir gelenek oldu. Dino verdiği röportajlardan birinde bu soruya şu cevabı verdi: “Mutluluğun değil ama sevincin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun yapıldı da, mutluluğun hayır. Büyük sevinçler yaşadım. Evet, tekrar tekrar yaşadım. Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasaydı, çoktan yok olmuştum.”
Yaptığı her yorumda, kendini anlattığı her dizede aşkını haykırıyordu. Sanatın dilini bilen bir adam kalbini peltek bırakmaz. Dino sonuna kadar aşkı yaşadı ve bunun mutluluğuyla öldü. Dino Türkiye’deki ilk kişisel sergisini 1969 Yılında açtı.
1989’da da Fransız Kültür Bakanlığı’nın Sanat ve Edebiyat Altın Şövalye Nişanı ile ödüllendirildi. 1990 yılında kansere yakalanan Abidin Dino, 7 Aralık 1993 tarihinde Paris’te yorgun ruhu bedenine yenik düştü. Ölümünden sonra Dino’nun cenazesi kendi yurduna getirilerek Aşiyan’daki aile mezarlığında toprağa verildi. Aynı yıl Dino’nun anısına el motiflerinden oluşan heykeli Maçka Parkı’na yerleştirildi. Dino’nun ayrıca Kadıköy Özgürlük Parkı’nda da heykeli vardır. Abidin Dino mutluluğun resmini aşkla yaptı ve herkesin sürdüğü ilk fırçanın izi oldu belki de.


4 – ADİLE NAŞİT 17 HAZİRAN 1930 – 11 ARALIK 1987


Hafize Ana karakteriyle hayatımıza giren Adile Naşit Yeşilçam’ın en usta oyuncularındandı. Oynamıyordu yaşatıyordu, yaşıyordu. Filmlerinde bazen kahkahalara boğdu, bazen gözyaşlarımızı avuç içlerimizde biriktirdik. Hayatımıza bir sürü renk kattı. Uykudan Önce adlı ses kayıtlarıyla çocuklara masallar okudu, Münir Özkul ile vazgeçilmez bir ikiliydi. Bizim Aile filminde Melek Hanım karakteriyle anne sıcaklığını hissettirdi, elinde çanıyla dolaşan Hafize Ana bize okulu sevdirdi. Adile Naşit’in ailesi tiyatro aşığı insanlarla doluydu. Annesi, babası, kardeşi, eşi tabi böyle bir ailenin içinden bankacı çıkmazdı. İstanbul Şehir Tiyatroları, çocuk tiyatrosuna girerek sahneye adım attı. Eşi Ziya ve ağabeyi Selim ile kurdukları Naşit tiyatrosu uzun sürmedi. Sahneyi o kadar çok seviyordu ki sadece sinemaların şöhreti onu tahmin etmiyordu. Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan ile birlikte çalıştı. Adile Naşit sinemaya ilk adımını 1947 Yılında attı ancak fark edilmesi ve bir yıldız haline dönüşmesi 1970’li yılları buldu. Yeşilçam dünyasına altın harflerle adını yazdırdı. İşte Hayat adlı filmdeki rolüyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Ziya Keskiner 1982 Yılında ansızın hayata veda etti. Adile Naşit için bir yaprak daha dalından düştü. Ölüm acısını hep sevdikleri tarafından en derinden yaşayan Adile Hanım, henüz 16 yaşında oğlunu kalp rahatsızlığı nedeniyle kaybetmişti. Türk seyircisi tarafından o kadar çok sevildi ki, 1985 Yılında ‘Türkiye’nin Annesi’ seçildi. Gerçek adı Adela Özcan olan Adile Hanım her filminde karşımıza bambaşka bir iyilik meleği olarak çıktı. Onu her izlediğimde tüntün bir gülümse ile karşımıza çıkan o güzel ‘anne’ tiplemesini asla unutamayacağız. Tüm güçlüklerle savaşan, zorluklara boyun eğmeyen bir yapıya sahip Adile Naşit bağırsak kanserine yenildi ve 11 Aralık 1987 Yılında Hafize Ana karakterini bize bırakarak aramıza veda etti. Türk sinemasına en önemli değerlerden birinin kazandıran Adile Naşit bize gülmeyi öğretti, ağlamanın bir değeri olduğunu öğretti ve en önemlisi ailenin kıymetini öğretti. Şimdi onun da dediği gibi ‘Bir ekmeği ağız dolusu yemeyi, bir de ağız dolusu gülmeyi hiçbir zaman unutmayın’.


6- OĞUZ ATAY 12 EKİM 1934 – 13 ARALIK 1977


Türk edebiyat tarihine verdiği iki önemli eserle anılan Oğuz Atay, yazdığı ilgi çekici konularla kitapları halen şuan elden ele okunmaktadır. Oğuz Atay İTÜ İnşaat fakültesini bitirdi. 1975’de Doçent olan Atay, Topografya adlı mesleki bir kitap yazdı. 1971 -1972 Yıllarında yayınlanan Tutunamayanlar romanı ile tam bir tartışma noktası haline geldi. Oğuz Atay sokakta gördüklerini karikatüre çevirerek ince espri anlayışını güçlendirdi. Onun yazdığı güçlü eserlerin arkasında güçlü bir edebiyat okurluğu olmaması mümkün değil. Dostoyevski ve Kafka en sevdiği yazarlardı. Türk edebiyatının en iyi yazılmış eserlerinden biridir Tutunamayanlar. Alışılmış üslubun dışında, yer yer kasvetli, okuyucuyu kızdıran, sevdiren ama bir o kadar da bağlılık yapan, bizi, insanlığı kısaca hayatı anlatan bir roman. Hikayelerini korkuyu beklerken başlığı altında toplayan Atay, Prof. Mustafa İnan’ın hayatını konu alan Bir Bilim Adamının Romanı 1975 Yılında yayımlamıştır. Oğuz Atay’ın etki yaratan Tutunamayanlar romanının ardından Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı çıkmıştır. Tutunamayanlar romanını yazarken oradaki sevdiği kadın Sevin ve intihar eden arkadaşı Ural karakterlerinden canlanmıştır. Oğuz Atay beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi ‘Türkiye’nin Ruhu’nu’ yazamadan 13 Aralık 1977 de hayatını kaybetmiştir. Öldükten sonra Günlük ve Eylembilim adlı kitapları yayımlanmıştır. Oğuz Atay yazdığı romanlarla, söylediği sözlerle birçok okuyucunun ufkunu açmıştır ama ne yazık ki! Değeri o öldükten sonra anlaşılmıştır. Sağlığında hiçbir kitabı ikinci basıma dahi girmezken, ölümünden sonra kitapları çok okunmuştur. Üstelik Poyraz Karayel dizisi akıllara hep Oğuz Atay’ı getirmiştir. Romanlarda yazdığı sözlerden en beğenilen sözlerden bir tanesi ‘Zaman her şeyin ilacıysa, fazlası intihara girmez mi?’ diye sorarak herkese kendiyle ilgili bir cevap hakkı tanımıştır.
MEHMET RAUF 12 AĞUSTOS 1875 – 23 ARALIK 1931
Edebiyat tarihinde ilk psikolojik romanı yazan kişi Mehmet Rauf yazdığı birçok eser ve tiyatroyla sanat dünyasına önemli derecede katkıda bulunmuştur. Mehmet Rauf öğrenimi tamamladıktan sonra deniz subayı oldu. Uzun bir süre kendi mesleğini icra ettikten sonra bahriyeden ayrılarak yazarlığa başladı. Halit Ziya Uşaklıgil’den sonra Servet-i Fünun romanının ikinci önemli ismi olarak ismi anılır. Öykü ve tiyatro türünde de eser veren Mehmet Rauf adını en Eylül romanıyla Türk edebiyatına kazımıştır. Üçlü bir aşk öyküsünü anlatan ve bu romanı sade ve akıcı bir dille anlatan, ruhsal çözümlemelere en derinlemesine yer veren önemli bir romandır. Mensur Şiir türünde örnekler veren Mehmet Rauf halen okunmaktadır. Edebiyatı hayatının odak noktasına getirir ve yazılarıyla birçok esere ve okuyucuya ilham verir. Yazdığı psikolojik romanı Eylül gibi karışık bir aşk hayatı vardır. Tevfik Fikret’in halakızı Ayşe Sermet ile yapar. Henüz ondan ayrılmadan Besime Hanım ile evlenir. Evliliklerinin yanı sıra yasak aşklarla da anılan Mehmet Rauf karışık bir aşk hayatına sahiptir. Yazdığı ‘Bir Zambak Hikayesi’ adlı romanıyla kendi çizgisinin dışına çıkar ve üslubu eleştirilir. Bir süre hapis hayatına mahkum edildikten sonra maddi olarakta sıkıntı çekmeye başlar.


7- MEHMET AKİF ERSOY 20 ARALIK 1873 – 27 ARALIK 1936


Mehmet Akif Ersoy milletini ve dinini seven, insanlara karşı merhametli olan, şairane bir üsluba sahip, edebiyatımızın kıymetli yazarlarındandır. Herkesin bildiği üzere İstiklal Marşı şairi olarak tanınır. Bu sayede ona ‘Milli Şair’ de denir. Mehmet Akif Ersoy tam bir eğitim avcısıydı. Bu konuda babası Mehmet Tahir efendiyi kendine örnek aldığını düşünüyorum. Babası tahsil için küçük yaşta Şuşisa’dan İstanbul’a gelmiştir. Mutlu bir çocukluk, geçiren Mehmet Akif Ersoy ailesine düşkün biriydi. Rüştiye yıllarında Şiir merakı canlandı, elinden şiir kitaplarını düşürmez olmuş. İlk okuduğu manzum ese ‘Leyla ile Mecnun’ oldu. Ona bir ışık tutan bu eser, belki de Mehmet Akif Ersoy’u bugüne getiren bir başlangıç oldu. O zamanların en tanınmış şairlerinden olan Muallim Naci onun edebiyat öğretmeni olmuştur.
Mehmet Akif Ersoy eğitiminin en güzel yıllarında üst üste acılar yaşar. Önce 1888 Yılında babasını kaybeder, bir yıl sonra da büyük Fatih yangınında evleri yanar. Bu yaşanan büyük acılar ailenin maddi durumunu da etkiler ve yoksulluğa düşerler. Mehmet Akif için bir seçim yapma zamanı gelir ve bir an önce meslek sahibi olmak ister, Mülkiye İdadisini bırakır, Ziraat ve Baytar mektebine (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydolur. Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığında memuriyete başlar. İlk dört yıl teftiş müdürü olduğu için halkla yakın temas kurar. 1898 Yılında İsmet Hanım’la evlenir. Bu evlilikten 3 kız, 2 erkek çocuk dünyaya gelir. Mehmet Akif Ersoy’un şiir aşkı devam eder, memuriyetlik yaparken bile Servet-i Fünün dergisinde şiirleri yayımlanır. Sonra Çiftçilik Makinist Mektebi’nde Türkçe dersleri öğretmeni olur. II. Meşrutiyet’in Mehmet Akif’in hayatında en büyük etkisi, Meşrutiyet ile birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştur. 1908 Yılında yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı olur.
Mehmet Akif Ersoy tam bir vatan şairidir. Balkan savaşlarından sonra yazdıklarının hükümetle uygun düşmemesinden dolayı aldığı ikazla Darülfünun Müderrisliği görevinden alınır. Görevden alınmasına rağmen cumhuriyetle, devletle ilgili bütün konuları yakından takip eder. Çanakkale Savaşı’nı kazandığımızı öğrendiğinde büyük bir coşkuyla ‘Çanakkale Destanı’ şiirini yazar.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi.
Türk halkının Kurtuluş savaşı için direnişe geçtiği dönemlerde Akif’te Balıkesir’e gitti. Burada vatana karşı koyamadığı heyecanıyla birlikte bir hutbe verir. Halk bu hutbeye aşırı derecede ilgi gösterir. Yaptığı bu hareketten sonra hükümet tarafından tepki toplar ve görevinden alınır. Oğlu Emin ile birlikte Anadolu’ya geçer. Mustafa Kemal Paşa onu bu zor günlerinde yalnız bırakmaz ve Seb-ür Reşad dergisini Ankara’da çıkarması için davet eder. TBMM’nin açılışından sonra Atatürk’ün isteği ile Burdur Milletvekilliğine aday olur ve seçilir. 1921 Yılında zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey, Akif’i Ulusal Marş Yarışmasına katılmaya ikna eder. 500 TL ödül nedeniyle katılmayı istemeyen Mehmet Akif Ersoy parayı almamak şartıyla yarışmaya katılmayı kabul eder. 12 Mart 1921 Yılında ulusal Marş olarak kabul edilir. Akif ödül olan 500 TL’yi Kızılay bünyesinde kadın ve çocuklara iş öğreten Dar-ül Mesai vakfına bağışlar. Yardımseverliği ve cömertliği herkes tarafından bilinir. Tarihin koca devini Siroz hastalığından 27 Aralık 1936 Yılında kaybederiz. Yaşadığı müddetçe ‘sanat toplum içindir’ diyen, halkına yarar sağlayabilmek için hayatını feda eden usta bir kalemdir o. Yazdığı İstiklal Marşını okullarımızda okutarak, gönlümüzde taşıyarak her gün onu anmış oluyoruz. Yazdığı eserleri Safahat’ adlı kitapta bulabilirsiniz. Bir kez daha Mehmet Akif Ersoy için:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.