Hep bir parça yabancıydım hayata. Belki değildim de farkına dahi varmadan git gide yabancılaştım. Aslında pek umursamıyorum bu halimi. Çünkü biliyo

Hep bir parça yabancıydım hayata. Belki değildim de farkına dahi varmadan git gide yabancılaştım. Aslında pek umursamıyorum bu halimi. Çünkü biliyorum ki etrafımdakiler de farklı değil benden. Benim garipliğimin, daha doğrusu yabancılığımın başka nedenleri var. Yalnızım, sonra senelerdir kimselerin var olduğuna ihtimal vermediği birisini bekliyorum.
Hikâyemi merak ettiniz mi? Eğer bu resim olmasaydı kendi sakin dünyamda bir yabancı olarak kalmaya devam edecektim. Ama madem sahneye çıkma vakti geldi, öyleyse rolümün hakkını vereyim.
Şimdi tuhaf bir hikâye anlatacağım ama sonradan diyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu hikâyeyi okuduğunuz andan itibaren onun bir parçası olmaktan kurtulamayacaksınız. Yani kasvetli bir manzara hayali uyandıran resimdeki acı, o denli cisimleşecek ki hatta karşımdaki bir sandalyede oturuyormuş kadar ıslak hissedeceksiniz kendinizi. Çünkü acı kadar hikâyeler de bulaşıcıdır.
Eğer imkânım olsaydı muhtemelen göze epey hüzünlü gelen şu tabloya sizin yaptığınız gibi ben de dışarıdan bakardım. Ama durun bir dakika, siz bu öyküyü okurken ben zaten sizin gözünüzden bakmayacak mıyım resme? Yine de sizlerden isteğim, çok ama çok dikkatli olmanız. Zira benim hikâyem ayrıntıda saklı.
Tuhaf bir hastalıkla dünyaya geldiğimi söylerdi annem. Vücudum, en çok da sol tarafım kokarmış. Doğumumdan hemen sonra fark ettiği bu kokuyu annem, mutlu hayatlarına yönelik uğursuz bir işaret gördüğünden ilk günlerde çeşit çeşit sabunlarla birkaç saatte bir yıkamış beni, yetmemiş kille ovmuş narin bedenimi, o da kâr etmeyince tutup kükürtlü suya sokmuş. Neredeyse kırk gün boyunca hastalıklı bir inançla kokuyla girdiği savaşı vücudumda yara benzeri izlerin ortaya çıkmasıyla bırakmış ancak. Bırakmış ama nedense kendisi dışında kimselerin bir türlü alamadığı koku yüzünden elinden geldiğince çocuğundan uzak durmuş ve fark etmiş ki, kokunun kaynağı çok daha derinlerde, kalpte…
Benim, kalpten gelen bu kokuyla, bir yerde de yabancılığımla tanışmam yedi yaşıma denk gelse de kendimi bildiğim günlerden başlayarak annemin kimselere yaklaşmaktan hele dokunmaktan hazzetmediğini hatırlarım. Öyle ki, benden iki yaş küçük kardeşime bile dokunmuyordu ama uzaktan öyle bir bakışı vardı ki, yasağı unutup ne vakit ona sarılsam çılgına dönerdi birden. Ancak on bir yaşımda, kardeşimi gizlice sevdiğini görünce öğrenmiştim aramızda bir koku duvarı olduğunu.
O günü nasıl unutabilirim ki? Ağlamaktan birkaç saat içinde yataklara düşmüş ve kokunun derinliğini de ateşler içinde yattığım o üç günde keşfetmiştim. Yanıma babam ve kardeşimle bir iki komşu gelmişti sadece. Annem ise kapı aralığında dikilip saatlerce ağlamıştı. Belki tam da o anda kokunun varlığını hiç olmadığı kadar keskin duymuştum. Gerçekten de çok tuhaftı, çürümeye başlamış bir şeye mi benzi-
yordu?
Üç gün sonra üzüntüm iyice hafifleyip -kapı önünden ayrılmayan annemin beni sevdiğine ikna olmuştum sonunda- iyileştiğimde koku da iyiden iyiye azalmış ve ancak üzüldüğümde hissedilir olmuş. O günlerde ziyaretime gelenlerin yanında kardeşimle babam da garip bir kokunun varlığından bahsedip belki ilk kez hak vermişlerdi anneme.
Hastalık benim için bir milat olmuştu. Babam, Allah’ın beni sevdiğini, üzülmemi istemediği için bana dünyanın en garip hastalığını verdiğini söylemişti. Ben de inanmıştım ona. O günden sonra hayata bakışım değişmişti. Özellikle etrafımda birileri varken sebep ne olursa olsun üzülmemeye çalışıyordum. Sokaklarda oyun oynarken okulda, sınıfta yani insanların arasındayken üzülmemeliydim ama haliyle bu pek de mümkün olmuyordu. Kokunun seyrini keşfettikten sonra hele de okulda az üzülmedim yok yere; sınıf arkadaşlarım, öğretmenlerim az pencere açmadılar nereden geldiği belli olmayan kokudan.
Hep bir şekilde gizlendim; yalnız on dokuz yaşıma geldiğimde her şey birdenbire hem de mucizevi bir şekilde değişiverdi. Âşık oldum. Dünyanın dışına bakan bir balıkçıydı ilk ve son aşkım. Kokunun beni yine her şeye yabancılaştırdığı bir gün batımında sahile gitmiş, koya doğru epey yürümüştüm. Onu koyda bir başına ağ onarırken görmüştüm. Gözlerime bakması yetmişti. Sonraki gün de gitmiş ve yine rastlamıştım ona. Sonrasını anlatmama gerek var mı? Resimdeki manzara anlatıyor zaten. Kimseler görmeden, bilmeden gittim koydaki yalnız balıkçıya ve her defasında biraz daha aşkla döndüm kendime. O kara günden yalnızca iki gün önce ben tarifi imkânsız bir acıyla -o beni sevmiyor muydu yoksa?- yanına gittiğimde balıkçı ilk defa gelip yanı başıma oturmuş, beni öpmüş ve çok güzel koktuğumu söylemişti. Garip olan, beni sevdiğini söylemesi değildi, kokumdan rahatsız olmamıştı.
Kaç sene geçti acaba? Daha biraz önce balıkçıyı beklediğim koydaydım yine. Ağladım ve zamanla daha da ağırlaşan kokum, denizin kokusuna karıştı. Yabancısı olduğum bu dünyada koydan çıkıp sahile yürürken bir ressamın denize bakarak resim yaptığını gördüm. Bir iki saate dolacak masalardan birine oturup balıkçıyı düşünürken çok geçmeden deniz kabardı, dalgalar yükselmeye başladı. Etrafta ressam dışında kimseler kalmamıştı. Hüznümü unutup uzaklara bakarken ressamın günlerdir beni resmettiğini nereden bilebilirdim. İkide bir bana bakıp durunca anladım; gidip biten resmin önünde durdum, baktım, baktım ama balıkçı yine gelmedi.
Bu hafta yenilerde yazdığım bir öykümü paylaşmak istedim. Yorum yapmak isteyen okurlarım olursa [email protected] adresinden ulaşabilirler bana.
Malum, havalar soğudu iyice, zemheri kapıyı çalmak üzere. Üşümeyin diye bu hafta Nikolay Gogol’dan Palto (Şinel) romanı ya da uzun öyküsünü (novella) tavsiye derim. Ne diyeyim, Palto’nuzun kıymetini bilmeniz dileklerimle…