Her hatırladığımda tekrar tekrar ağladığım bir hikayenin baş kahramanı... Yiğitliğinden ve fedakarlığından bu isimle anılırdı İstanbul sokak

Her hatırladığımda tekrar tekrar ağladığım bir hikayenin baş kahramanı...
Yiğitliğinden ve fedakarlığından bu isimle anılırdı İstanbul sokaklarında.
Yediden yetmişe herkes tanırdı. Bir el arabası vardı bir de eşsiz bir yüreği.
Yıllardır aynı köşede dururdu. Evvelkilerin ve sonrakilerin ortak noktası...
Babaannemin ondan söz ederken gözlerinin dolduğunu, gönlünde ne varsa göz pınarlarına doğru yol aldığını hemen hissederdim.
Ne bu ya? Peygamber mi? Der dururdum.
Sabrı, insanlık anlayışı ve hayata bakış açısı herkesi büyülerdi.
Dedim ya bir el arabacısı...
Her zaman o arabada bir şeyler satardı. Bunlar genelde sebze meyveydi.
İşin tuhaf tarafı alıcılardan çoğunun parası yoktu ve en az onun kadar garibanlardı.
Çok sonradan öğrendim ürünlerinin fiyatının olmadığını...
"Dua" derdi fiyat soranlara...
Yılardır aynı işte. Ne bir adım ileri ne bir adım geri.
Hoş insanların nazarında binlerce adım öndeydi herkesten.
Zengin olmayışı da hayırseverliğindendi. Hem hayrı sevecek kadar zengin hem de yaşayışı aynı oranda fakirdi.
Aslında bana kalırsa İstanbul'un en zenginiydi.
Böylesi bir insanla ilk kez karşılaşmıştım.
Garibanlar baba anlamında Kürşat derlerdi.
Kürşat'ın anlamının baba olmadığını ben de biliyorum ama mazluma literatür sorulmaz ya!
Galiba Çin Sarayı'nı basan yiğit adama atıftı adı. Ki en az onun kadar yiğitti de.
Gerçek adını ona kimse sormamıştı. Babaydı işte.
Yazının tam da burasında hikayenin beni ağlatan kısmına geldim.
Benimle beraber nice İstanbul'luyu...
Nice İstanbul sokaklarını...Nice mazlumu, mağduru, fakiri...
İstanbul'un ölümüne ağladığı yiğitti o!
Bir İstanbul sabahı...
Hava rutubetli, ruhu daraltan cinsten de bulutlu...
Isı birikmiş benliği boğuyor adeta.
Garibanın, gariban babası Kürşat aynı sokakta.
Aynı köşe başında.
Kimi alıyor birşeyler ve uzaklaşıp gidiyor, kimi biraz para veriyor.
Karşıda bir eşkıya sürüsü.
Adına bizim memlekette "zabıta" deniyor.
Otuz yıldır aynı yerde umut dağıtan ve bedava çalışan babaya sataşıyorlar.
Mazlum tepkili, esnaf temkinli...
Hava bir anda daha da geriliyor adeta.
Gökyüzü bir zulme tanık, ağladı ağlayacak.
Ramak kalmış, çocukların gözlerinden yaşların süzülmesine.
Kürşat Baba'ya çok dokunacak sözler çıkıyor bir eşkıyanın ağzından.
Baba, bıçağıyla mazlumun ekmek teknesini, mağdurun umudunu kolluyor.
Mazlumun teknesi dedim çünkü babanın evladı yok.
Kimsesiz ama bütün İstanbul aşık ona!
Karakterine aşık. Hayırseverliğine aşık. Dünya'dan ve dünyalıktan geçmişliğine aşık...
Neyseee...
Baba'ya çullanıyor zalimler. Tezgahını alabora ediyorlar. Köşe başlarında çeteler gibi durup milletin namusunu "kesen" şerefsizler rüzgar gibi esiyorlar garibanın üstünde...
İstanbul fukarasının otuz yıldır bedavadan alışveriş yaptığı tezgah yerlerde...
Kürşat Baba'nın gözleri nemli.
Tüm esnafın yüreği de en az onun gözleri kadar buğulu.
Baba'nın yüzü gözü kan içinde.
Alıp götürüyorlar.
Tam otuz yıldır bir yiğidi ağırlayan meydan bomboş kalıyor bir anda.
Garibanlar ihtiyaçlarını karşılayacak ama umutları yok olmuş.
Her duyan basıyor figanı, veryansın ediyor.
Bir İstanbul ağlıyor o gece...
Dünya'ya hayır yapmaya, mazluma sevdalanmaya bir yiğit gelmiş ama yok yerinde!
Zalimin pençeleri altında bir serçe...
Memura mukavemetten aldığı ceza şöyle dursun bir o kadar daha hırpalanıyor baba.
Günlerce yolunu gözlüyor İstanbul...
Ve bir sabah...
Olmaz olası bir sabah..!
(Gözlerim yine doldu)
Yağmur o yiğidin cesedi üzerine yağıyor!
Belli ki zalimin pençe izleri kalmış bedeninde...
Ve bir İstanbul ilk kez bu kadar kederli görünüyor!
İlk kez İstanbul böyle hırçın, böyle öfkeli...
Baba tam otuz yıldır durduğu köşede...
Boynunda bir ip!
Zulmünüzü astım ulan dercesine...
Yüzünde gariban bir tebessüm!
Ve ardı sıra ağlıyor koca İstanbul.
İsyanlar ve küfürler ayyuka çıkıyor o gün!