Kışı sert geçer buraların. Vakti geldiğinde zemheri öyle bir kin ve öfkeyle gelir ki tüm hilkat adeta korkusundan bir köşeye siniverir. Ağaçlar, ha

Kışı sert geçer buraların. Vakti geldiğinde zemheri öyle bir kin ve öfkeyle gelir ki tüm hilkat adeta korkusundan bir köşeye siniverir. Ağaçlar, hayvanlar hatta insanlar kahreden bu gücün karşısında boyun eğmekten başka yol bulamaz. Efendilerinin haklarındaki fermanı bekleyen kölelere döner her canlı... Affı yoktur çünkü soğuğun… Birini hazırlıksız dışarıda yakalasa vereceği ferman bellidir: Ölüm
Odun sobasında yanan o korların toprak, tek odalı köy evinin içini ısıtması gerekirdi! Nafile! Yanan ne kadar çok şey var oysa… Direklerin altında beş yürek mesela… Yanıyorlar, hepsi başka biçimde ama hepsi cayır cayır… Soba neydi ki? Esas yangın içlerinde kopuyordu.
Mesut… Tam otuz beş yaşında. Küçük ve tek kardeşi Asım’ın evinde çetin bir vazifeyi yüklenmişti. Mengenelerde ezilir gibi işkencedeydi içi, yer minderinde öylece oturuyordu. Nasıl çıkacaktı bu işin içinden? Nasıl çözecekti hayatının en zor davasını. Küçük yaştan beri mesuliyet denilen ağır yükü taşımaktan harap olmuştu oysa… Çocukluğunu tam yaşayamamıştı. Gençlik hislerini zaten hiç bilememişti. Bir an bir kapıdan geçmiş ve o an koca yılları aşmış, büyüyüvermişti.
Mesut daha on iki yaşındaydı babası vurulduğunda. Bir sene sonra annesi öldüğünde on üç. Altı yaşındaki kardeşi Asım, aynen böyle bir karlı bir gecede “Abi sen de ne olur ölme” demişti. “Beni kurtlara bırakma” Kendi için yaşamayı o gün unutmuştu abi. Kaç kavgaya girdi, kaç meydan okumalardan geçti. Ekmek parası dedi, namus dedi, kardeşim dedi. “Yıkılmak yok ha! Öleceksek ayakta ölek ulan dedi!” Ölmedi daha çelikleşti. Kardeşine önce abi sonra baba oldu. Ama şu anki gibi hakem olmayı hiç ister miydi?
Aliye… Asım’ın sekiz yıllık eşi. Hasan ve Kadir’in annesi... Gözler sık sık nemli. Davacı olmalıyken garip bir şekilde davalı… Hakkında verilecek kararı korku ve merak içinde bekleyen mahkûm denilmeli belki de… Bakışları saygı, utançla abi dediği Mesut’a değiyor, sonra suçlu kendiymiş gibi acısı katlanarak geri dönüyordu. Biraz sonra söylenecek sözlerin kaderi olacağını biliyor… Belki her şeye katlanabilirdi. Ah yüreğini lime lime kesen çocuklarının halini görmese…
Aliye güzel bir kadın, namuslu da… Seviyordu kocasını. Uzun boyunu, kalem kaşını, yürüyüşünü… Ne çok istemişti evlenmek Asımla. Anası Mesut’a durumu yordamınca anlatmış Mesut razı gelmiş ve küçük kardeşiyle evlendirmişlerdi. Duası kabul olmuştu işte. İki erkek çocuk vermişti kocasına… Yetmemiş miydi? Geçer dediği suskunluğu bitmemişti kocasının. Bilmezdi, neden erkeğinden bir tatlı söz duymaz, neden sevilmezdi. Duymaktan korktuğu soruları hiç soramamıştı kocasına. Ta ki bu güne kadar...
Hasan yedi, Kadir dört yaşında. Bu yaştaki çocuklar konuşulanları kavrayamazlar belki ama en derin hisleriyle hissetmezler mi? İşte bu iki çocuk kötü bir şeyin üzerlerine doğru geldiğinin farkında susuyorlar. Küçük anasının kollarına sokulmak, büyük babasının güven veren yüzünde rahatlamak istiyor. O da boşa! Çocuklarının halini fark etmeyecek kadar kendi dertleriyle meşguller çünkü…
Çocuklar ah çocuklar küçücük bedenleriyle hayata erken yollanan çocuklar. Hiçbir şeye dâhilleri olmayan fakat en büyük darbeyi yemek üzere olan çocuklar.
Ve Asım… Aklıyla kalbi arasında kalmaktan lime lime olmuş Asım. Gözleri yerde babam, arkadaşım, atam, ağabeyim dediği abisine ne de namusum dediği hanımına bakabiliyor. Fakat bu yara ameliyat istiyor. Ancak düğümü keskin bir neşterin çözeceğine inanıyor. Herkesi çağıran, mahkemeyi kuran da, belirsiz hisler içinde kıvranan da o!
Asım’a kimse kötü diyemezdi… Nankör, vefasız hiç değildi. Her şeyi görüyor, biliyordu. Komşu köyün ağasının kızını seviyordu bir zamanlar ama kendisi gibi bir çulsuza verilmeyeceğini de bilmişti. En deli çağlarında abisi ansızın evlen demişti. Abisine saygılıydı. Yok, diyememiş evlenmişti. Fakat karısını sevememişti. Hanımının etrafında pervane dönmesini görüyor, ama kalbine söz geçiremiyordu. Çocuklarım demiş, abim demiş, kadına yazık, günah demiş ama sevdiğim diyememişti.
Bozkırın, dağların ortasında unutulmuş bir köy burası... Merkezden, medeniyetten uzakta bir yer... Hukuk’un güce yenildiği topraklar. Zor şartların insanları sertleştirdiği, muhakkak bir taraf olmak gerektiği ve safların sıklaştığı yerler. Yumruğun nefes almak için vasıta olduğu yer bu dağlar… Ya içerisi? Toprak duvar, yanan soba, kudurmuş kar bu gün nasıl bir hükme tanık olacak?
Dışarıda kar durmuş hafif hafif yağan bir yağmur başlamıştı. İçeride mahkeme bitmişti. Davalılar, davacılar, sanıklar, tanıklar… Kim bilir toprak duvarlar, yanan sobalar daha kaç mahkemeye tanık olacak. Kim bilir kaç hakim aldığı kararlarla kaç hayata dokunacak. Kim bilir kaç hayat bu sihirli dokunmalarla darmadağın ya da tamir olacak?
Yeryüzünün bir kuytu yerinde, gözlerden uzak çok az kişinin bildiği mahkemeler kurulur, hayatlar değişir… Kimin haberi olur?
Bir ülke yaşamak istiyorsa en ıssız yerdeki insanına bile ulaşmalıdır. Mazlumu sararken, haini döverken devletin eli herkes tarafından görülmelidir. Unutulmamalıdır ki, başkalarının insafına, merhametine bırakılmayan insan ancak senindir.
Mahkeme nasıl bitti?