Türk Milleti kendi soyunun teşkilatlı bir şekilde devamı etmesi için gençlere büyük bir önem vermiştir. Gerek gerek aile içerisinde, gerek halkın k

Türk Milleti kendi soyunun teşkilatlı bir şekilde devamı etmesi için gençlere büyük bir önem vermiştir. Gerek gerek aile içerisinde, gerek halkın kendisi, gerekse okulda; çoğu zaman az söyleyerek çok anlamayı sağlamıştır. İşte bu söylenen sözlere ya “atasözü” ya da “deyim” demiştir. Türk düşünce kültüründe, her atasözünün ve her deyim söylenmesindeki amacın; topluma örnek olsun ve de toplum bundan dersler çıkarsın diye söylendiği bir gerçektir. Bu sözlerin en güzel yönü ise her atasözünün ve deyimin arka kısmındaki hikâyelerin kendisidir. İşte o iki deyimin hikâyesinin örnek alınması gereken yönleri:
“Mürekkep Yalamak: Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında “mürekkep yalamış” denir. Bu deyim bize matbaadan önceki zamanların elyazması kitapları kopya edenlerin ve hattatların yadigârıdır.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye parşömenlerin üzeri “aher” denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. “Aher,” yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir dolgu maddesi olup kâğıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir.
“Aherlerin” bu özelliğinden dolayı eski zamanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zanaatkârları, bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icat edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki “aher” dağılır ve “aherle” birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemi tekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar. Gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir yani “tirfil” (gül veya yonca resmi) yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış.
Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
Şimdi ikinci deyimimize baktığımızda sanki mürekkep yalayanların aklı keser gibi bir mana vardır. Şöyle ki;
“Aklı Kesmek: Bir işe girişmeden önce, onu yapmak akıl gücünün ve kabiliyetlerinin elverişli olup olmadığını tartmak, yollamak ve hesaplamak gerektiğini belirtmek için söylenen bir deyim. Bu ünlü deyimin hikâyesi şöyledir:
Bilindiği gibi, Halk arasında Lokman Hekim diye ün salan meşhur bilgin ve filozof İbni Sina (Ebu Ali Hüseyin) aslen Belh şehrinin yerleşmiş bir Türk ailesinin çocuğudur. Samani Devleti’nin başkenti olan Buhara yakınlarındaki Afşan kasabasında doğdu. On yaşında Kur’an’ı ezberledi, 18 yaşına kadar devrinin bütün bilimlerini okuyup en yüksek dereceyi buldu. En çok Tıp dalına merak etti, tıpla uğraştı. Yüzden fazla eseri olup Doğu ve Batı dillerinin hepsine tercüme edilmiştir. Eserlerin pek çoğu: Tıp, Fizik ve Astronomiye aittir. İbni Sina, eğitim hayatının ilk yıllarında (Riyaziye) denilen Matematik derslerim pek kavrayamamıştı. Bir türlü de aklı kesmiyordu.
Bir gün kırda gezerken bir kuyu gördü. Kuyunun ağzında mermerden oyulmuş, çember şeklinde bir mermer bilezik vardı, kuyu ağzının büyüklüğüne göre yapılmış ve konulmuş olan bu taşa dikkatle baktı, mermer bileziğin iç tarafları, kova ipinin sürtüşmesiyle sanki oluk oluk oyulmuş ve kesilmiş gibiydi. Kovanın bağlı bulunduğu urgan, kuyu dibine her iniş ve çıkışta bu mermere sürte sürte onu aşındırmış ve nerede ise kesecek kadar derin oluklar vücuda getirmişti… Büyük bilgin daha çocuk yaşta idi, fakat bu olay ona çok tesir etmişti. Derin derin düşündü ve şöyle dedi:
“Urgan gibi yumuşak bir cisim nasıl oluyor da mermer gibi en sert ve çetin bir taşı böyle kesiyordu?
Demek ki herhangi bir işte azmetmek, çaba harcamak, sabır, sebat ve direniş göstermek başarının temeliydi. Urgan mermeri nasıl kesmiş ise, benim aklım da matematik derslerini aynı şekilde ve zaman harcayarak kesebilir. O günden sonra Matematik derslerine büyük bir sebat ve dikkatle sarıldı ve sonunda başarılı olup eserler yazdı.”
İşte dilimizdeki; “aklın kesiyor mu?” Deyiminin hikâyesinin esasının da bu olay olduğu söylenir durur!”
Dileğim şudur ki: Artık; “mürekkep yalayanlar” okuyan, okuduğunu anlayan, anladığını uygulayan; problemlerin zorluğuna bakmadan “aklı kesenler” olsunlar!
Kısacası; “senlik”- “benlik” kavgasına girmeden milletinin refahı, vatanın kalkınması için; çok çalışarak, üreterek, buluş ve icat yaparak yaptığını da satarak; dünyanın kalkınan ülkeler arasına sokmak için çabalasınlar zaten bu bize yeter!