Bilim ve medeniyet çağındayız. Geçmiş zamanlarda, yani vahşetin galebe çaldığı, üstün geldiği çağlarda, âlemde hükmünü yürüten vahşetti.

Bilim ve medeniyet çağındayız. Geçmiş zamanlarda, yani vahşetin galebe çaldığı, üstün geldiği çağlarda, âlemde hükmünü yürüten vahşetti. Bu vahşetin sebep olduğu geri kalış ve çöküş nedeniyle kuvvet ve cebrin saltanatı hüküm sürüyordu.
Medeniyetin galebe çaldığı hengâmda ise, âlemde hükmeden ilim ve marifet oldu. Elbette, insanoğlu son zamanlarda ilim ve fennin peşinde koşacak. Bütün kuvvetini ilimden alacak ve almalı. Böylece hüküm ve kuvvet; ilmin eline geçecek. Nitekim geçti.
Bu asır ilim asrıdır. Bundan ötürü insanlar için ikna yolu asıl olmalı. Nitekim medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi, icbar / zorlama ile değildir. Unutmayalım ki, bizler muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz olmamalı. Gayemiz maddi değil “manevi cihat” olmalı. “müsbet hareket” metot ve prensiplerine sarılmalı. Bu da ancak Kur’an’ı yegâne / tek mürşit / irşat edici / yol gösterici olarak görmekle mümkün ve olası.
Barış ve uzlaşmanın sadece Müslüman halklar arasında değil, Batı ve İslâm arasında da olması gerektiğini düşünmeli. Bunun da ancak din, ilim ve marifet temelleri üzerinde yükselebileceğini bilmeli. Bunun için de hem yurtta hem de cihanda, sulh ve barış esas alınmalı. Çünkü “aslah tarik musalâhadır” / “en iyi yol barıştır”. Her şeyden önce yurtta asayiş ve huzur sağlanmalı. Bu konuda herkes kendini bundan sorumlu ve bununla görevli bilmeli.
Hemen bir parantez açalım ki, asayişi muhafaza ve korumak; aynı zamanda teröre meydan vermemeyi, ona açık kapı bırakmamayı da gerektirir. Bunun yolu ise “müsbet hareket” etmekten,  menfî / olumsuz harekete kesinlikle izin vermemekten geçer. Zira yurt içinde silâha sarılmaya kesinlikle cevaz ve izin yoktur. Ne dince, ne de aklı selim ve sağduyuca. Tabii dıştan askerî bir taarruz ve saldırı olursa; var yok demeden hemen silâha silâhla karşılık verilir ki, o başka mesele.
Bundan dolayıdır ki, bölücülük asla hoş görülemez. Kaldı ki bugün istenen her şey verilmiş, sadece devlet kurmaları kalmıştır. İşte burda durmalı. Devlet çadır kurmaya benzemez. Yabancıların oyuncağı ve onlara âlet olarak, onlara hizmet ederek devlet kurulmaz, kurulamaz. İçinde bulunduğu ve nimetlendiği devlete kafa tutarak devlet kurulmaz, kurulamaz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluş bahasını sayısız gazi ve şehitlerin kanlarıyla fazlasıyla ödemiştir. Fiatını ödetmedikçe de devletinden asla vazgeçmeyecektir. Dost düşman bilsin ki, bu devleti kimse yıkamaz. Yıkmak isteyenler, yıkmak istedikleri devletin kahrına uğrayacak olan bedhah ve bedbahtlar / kötülük isteyen ve bahtı kötü olanlardır.
Tükürün onların hayasız yüzlerine.
Takın zillet halkasını pis ellerine.
Çünkü bu vatan sokakta bulunmadı. 
Zira bu vatan sokakta kurulmadı.
Ki, sokakta yıkılsın.
Böyle düşünenler lâyık oldukları yere tıkılsın.
Kaldı ki:
“Ölmez bu vatan farzı muhal, ölse de hattâ
Çekmez kürenin sırtı, bu tabutu cesimi.”
Şimdi asıl konumuza dönelim: Hattâ bir hadiste: “Başınızda bulunanlar eğer dünyevî umurunuzu (işlerinizi) tedvir ediyor (evirip çeviriyor) ve dinî faaliyetinize ilişmiyorsa, onlara karşı gelmeyin. Velev ki, başınızdaki karabacaklı bir Habeşli bile olsa.”
Evet, dış taarruz ve saldırı olmadıkça, yurt içi ve yurt dışı cihadı “manevi cihat” olarak ele almalı. İkna yolunu tercih etmeli. Çünkü: 
“Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar.” / “Hakikat kıvılcımları, fikirlerin çarpışmasından doğar.” derken de maddî çarpışmayı değil, kalemle manevî cihadı kastediyoruz.