Ortadoğu’da yaşadığımız deneyimler; hem o coğrafyanın doğal zorluklarını hem de toplumsal yapısının bizlere bakışını net olarak ortaya koyac

Ortadoğu’da yaşadığımız deneyimler; hem o coğrafyanın doğal zorluklarını hem de toplumsal yapısının bizlere bakışını net olarak ortaya koyacak kadar yoğundur... Duymuşuzdur, Falih Rıfkı Atay’ı... Atatürk’ün en yakınındaki gazetecilerden biri... Osmanlı’dan Cumhuriyete dönüşümü sağlayan büyük Türk Devrimi’nin en yakın tanıklarından biri... Kalemi zehir! Kitapları yakın dönemi büyük bir panorama gibi ortaya döküveriyor: Çankaya, Babamız Atatürk, Zeytindağı, Atatürk Ne İdi? Ve başkaları... Şimdi Zeytindağı’nın sayfaları arasındayız. Falih Rıfkı, Kanal Cephesi'nde, Cemal Paşa'nın emrinde bir yedek subaydır. Eline kalemini almış, büyük üstat, sanki kalbini açmış; yüreğinden akan kanı mürekkep yapmış, yazıyor: İstanbul... Orada bir Sultan ve Halife var... Ancak, Çanakkale Savaşı imparatorluğun omuzlarına büyük bir yük yüklemiş... Kahire, Kudüs, Şam, Halep, Bağdat nerede? Ne halde? Yoksa oraları geçmişte kalmış yalnızca bir serap mıydı? Şimdi oralar ne halde? Çanakkale’de imparatorluk canını dişine takmış; oralar ise, onun gücünün çok ötesinde kalmış bir vaziyette... Bir yanda Kızıl Deniz’in sol kıyısında Hicaz, Yemen, Filistin, Lübnan, Suriye... Öteki yanda Süveyş Kanalı... Daha ötelerde Basra Körfezi’ne kadar uzayan çöller, kentler... Uçsuz bucaksız uzayan imparatorluk toprakları... Ancak, bu topraklarda olan her şey ya başka devletlerin ya da zenginleşmiş Araplar’ın elindeydi... Türk’e ait olansa hemen hiç bir şey kalmamıştı. Osmanlı bu kıtaları sömürmemişti elbet... Ancak vatanlaştıramamıştı da... O, yalnızca bölgede ücretini bile almadan, tarlaların ve sokakların bekçiliğini yapıyordu. Bürokrasi bile artık Osmanlı’nın elinde değildi... Hiç bir Arap Türkleşmemişti; ancak Araplaşmış Türkler o kadar çoktu ki! İtibar ise, yalnız azınlıklara özgü bir durumdu. Türk çocuklarının hiç bir itibarı yoktu. Birine “Türk” dense, derhal feveran ediyordu: -“Estağfurullah” Kimse Türk olduğunu kabul etmek istemiyordu; ancak her yerde yaygın bir Türk düşmanlığı vardı... Ve Türk’e düşman olmak adeta moda olmuştu. Çölde gölge bile vermeyen tek tük hurma ağaçları görünürdü... Yırtık elbiseler içinde dilenen çocuklar, yaşlılar... Çölde ise en önemli şey bir damla su ve bir avuç gölgeydi... Medine ise ancak peygamberin ölüsü üzerinden ticarete soyunmuştu. Öyle bayağı bir görüntüsü vardı ki, o kutsallığından sıyrılmış ahlaksız bir simsar yuvasına dönmüştü... Her Medineli çok uzaklardan gelen saf insanlara, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk kez öptüre öptüre satıyordu... Medineli Arap’ın eli cebinize girer, durmaksızın paranızla oynar dururdu. Ne için alır, ne zaman alır, bundan haberiniz bile olmazdı. Peygamberin amcasının mezarı, su taşıyan sakalara kulübe olmuştu. Sandukasına ise kırbaçlar asılmış bir haldeydi. Filistinli Yahudiler daha o zaman bayındırlık içinde yaşıyorlardı. Arapların bulunduğu yerler ise kum ve toprak yığınıydı. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıydı. Filistinli çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı yer ve yarı yenmiş portakalları ya da kabuklarını kemirirdi. Halk bu haldeyken, şeyhlere ve emirlere denizden İngiliz altını, karadan da Osmanlı altını geliyordu. Ancak buna karşın yine de doymaz, yağma ve talana giderlerdi. Yağmaladıkları ve talan ettikleri kesim, yine başka Araplardı. Arapları, Arap çetelerden kurtarmak için, Anadolu’nun bağrından kopmuş, Anadolu çocukları gönderilirdi... Ve bu çocuklar, Arap topraklarını, Arap çetelerine karşı savunmak için, yiyecek bulamaz ve çöl çekirgelerini yemeye çalışarak, hayatta kalmaya çalışırlardı. Ancak yine de sonuç değişmezdi: "Ölüm"... Mehmet, bu şekilde ölürken; Arap keselerine Anadolu altını akar, Anadolu’nun rızkı, onun kursağına aktarılırdı. Ve savaş: Gazze’de, Filistin cephesinde Türkler ve İngilizler çarpışıyor... Çöl, İngilizlerin elindeydi. Arkasını Nil’e vermiş olan İngilizler, siperlerinde musluklardan Nil’in suyunu içiyorlardı. Türkler ise susuzluktan kırılıyordu. İngiliz tankı, Türk'ü öldürmek için, sanki demirden bir iskelet gibi güneş altında yanarken; Türkler zaten ekmeksizlikten, susuzluktan kırılıyorlardı. İşte bu cehenneme, yüzbinlerce Anadolu çocuğu, analarının memelerinden sökülüp getirilmişti. Bunu yapanlar, bu kırımı gördükçe, buna ön ayak oldukları için yoğun bir pişmanlık yaşıyorlardı. Analarsa, gelip geçenlere kendi çocuklarını soruyorlardı; ama onların çocukları, oynanan kirli bir kumarda çoktan yitirilmişti... Arap çölleri ve Ortadoğu bataklığı ne mi? Merak mı ediyorsunuz? Anadolu’nun kınalı kuzularını alıp o çöllere sürmeden önce; oturun da daha dün gibi yaşadığımız o büyük faciaları, yıkımları bir okuyunuz... Okuyunuz ki; belki dilin yerini vicdanın sesi alır... Çocukları şehit olmuş anaların iniltilerine kulak verin; o sesi mutlaka duyacaksınız... Mutlaka...