İçine doğduğumuz şu âlemin şüphesiz en şaşırtıcı taraflarından biri de renklerdir. Hayat kadar, rüyalar ve yalnızlık kadar şaşırtıcı hem d

İçine doğduğumuz şu âlemin şüphesiz en şaşırtıcı taraflarından biri de renklerdir. Hayat kadar, rüyalar ve yalnızlık kadar şaşırtıcı hem de. Renkler üstüne ne söylenebilir? Elbette çok şey… Seneler evvel duymuştum, renklerin aslında soyut olduğunu. Daha doğrusu bir Rus bilim insanı bu savı atmıştı ortaya. Nedendir bilmem, o vakitler de epey bir düşünmüştüm bu bahsi. Hakikaten renkler, soyut yani mücerret olabilir mi? Öyle ise nasıl görebiliyoruz onları, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevap basit: Görünmek için değişik vasıtalar kullanıyor renkler, suyu mesela.
Konuyu derinleştirmeden evvel kelimenin kökenine bakalım bir. Dilimize Farsçadan girmiş kelimenin aslı “reng” olup birçok manaya gelmekte. Misalli Büyük Türkçe Sözlük’te anlamlar şu şekilde maddelenmiş: 1. Cisimler tarafından aksettirilen ışığın gözde yaptığı etki sonucu meydana gelen duyum. 2. Görünüş, tarz, şekil, suret. 3. Nitelik, vasıf, mahiyet, durum. 4. mec. Düzen, oyun, hile. Tabi, güzel dilimiz yine pek çok deyim de türetmiş bu kelimeyle: Renkten renge girmek, onlardan biri misal.
Şimdi sizler gibi ben de renkleri düşündüm bir an, daha çok hangi renkleri sevdiğimi. Bir kere şunu söyleyeyim hemen, sonsuz renklerle dolu bir âlemde yalnız bir renge gönül vermek gibi bir hataya düşmesin kimse. Yani onca renk varken sırf bir rengi sevmek, monotonluk olmuyor mu biraz da? Neden bir renkle yetinelim ki? En başta dünya tek rengin hükmünde değil. Özellikle bağımsızlık sembolümüz bayrağımızdan tutun da taraftarı olduğumuz hangi takımın bayrağı tek renkli ki? Bu cihetten bakarak denebilir ki tek renk kesinlikle can sıkıcı ve de sevimsiz. Yıldızsız, kapkara bir geceyi düşünün misal, zifiri karanlık… Evet, kesinlikle iç karartıcı. Yani âlem, renklerle güzel. İster gerçek anlamda olsun, ister mecaz, renkler hayatımıza çok şey katıyor. Burada yeri gelmişken belirteyim, siyahın renk olmadığı da başka bir iddia. Renk değilse ne o zaman? Her şeyi yok ettiği için bir renk olmayabilir; değilse hiçtir o vakit.
Ama ben bir renkten, kırmızıdan, söz etmek istiyorum bugün. En sevdiğim şahsiyetlerden biridir, evet şahsiyet. Renklerin, bırakın insan, hayvan psikolojisi üzerinde bile etkisi bir sır değil. Hayır, boğaların renk körü olduğunu bilmeyen yok artık. Kırmızı, bence müthiş bir renk. Öyle ki varoluşumuza işlemiş, damarlarımızda hem de. Neyin rengi değil ki sonra. Aşkın, bağlılığın, tutulmanın hatta öfkenin rengidir; kırmızı coşkudur, yerinde duramamak, asla vazgeçmemek ve arzulamaktır daima.
Peki, hiç merak ettiniz mi yüzyıllar evvelinde insanlar kırmızıyı nasıl elde ediyorlardı diye? Yüzyıllar öncesi derken gerçekten de kadim zamanlardan bahsediyorum. İnsanların Kaf Dağı’nın varlığına inandığı, perilerin, cinlerin gerçekliğin henüz bu kadar katı olmadığı vakitlerde semavattan inslerin arasına karışıp hayal güçleri çıldırmış âdemlere musallat olduğu, masalların tamamen masal olmadığı, ölülerin ardından uzun yasların -kırk gün- tutulduğu, aşıkların birbirlerini adan zeye tanımadığı yani arada hep bir perdenin kaldığı, Güneş’in kutsal, Ay’ın “dede” addedildiği, yaşam mührünün halen tabiatın elinde olduğu günlerde sadece doğa ananın güdümünde olan bu rengi insanoğlu nasıl yaptı acaba?
Buna dair ipuçları böcekleri işaret ediyor sevgili okur, Akdeniz bölgesine ait bir tür meşede yaşayan “kırmız” adlı bir böceği. Yine Aztek ve eski Meksika yerlileri de bu rengi kaktüslerde yaşayan “cochineal” isimli bir böcekten elde etmişler. İşin garibi, bugün dahi kırmızının en göz alıcı hali bu böceklerden yapılıyor. Gene bu böcekten elde edilen karminik asit, gıda boyasının temel maddesi olup bugün kozmetikten gıdaya ve ilaç sanayine kadar pek çok alanda kallavi kullanılmaktadır. Sağlığa haliyle zararlı sentetik boyalar 19.yy’dan itibaren hayatımıza girmeden önce ise tüm kırmızılarda bu böcekler mevcutmuş. Bu da böceklerle insanlar arasındaki o kuvvetli bağın köklerinin dayandığı noktayı gösteriyor sanırım. Yoksa bu sebepten mi böcekler ne yapıp edip evlerimizde -onlardan kurtulmak imkânsızdır!- neredeyse yanı başımızda yaşıyorlar? Öyle ise Kafka’nın Gregor Samsa’sının bir böceğe Dönüşüm’ü hiç de tuhaf değil.
Ne olursa olsun, kırmızı kâinatın en muazzam şahsiyetlerinden biridir; bir gül, kora dönmüş ateş, umut, rüyalarımız, hayallerimiz, aşk, beklemek, düşünceler, gözyaşı hep kırmızıdır. Evet, edebiyat da kırmızıdır bazen: Kırmızı ve Siyah, Kırmızı Pazartesi, Benim Adım Kırmızı, Kırmızı, Kırmızı Zaman…
Velhasıl, sevgili okur, açış yok, kendimizi kırmızıdan kurtaramayız. Kırmızıyız kırmızı…