Dikkatli okur an

Dikkatli okur anımsayacaktır, aylar evvel kırmızı üzerine yazmıştım; bu hafta ise maviye dair kalem oynatayım, dedim ama yazmadan önceki o tuhaf hal -endişe, biraz korku, biraz çaresizlik vs.- içime nüfuz etti bile. Şimdi yazının ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de bu acayiplikle baş etmem lazım. Yalnız bir sır vereyim aklı başında okuruma, beş on gündür pek keyfim yok, bir durgunluk hali hasıl olmuş bende; sanki yerle gök arasında değilim de Attilla İlhan’ın bahsettiği ‘’başka yerde olmak’’ şiirindekine benzer yerlerdeyim. Aslında yazının içine giremezsem, yani istediğim o derinliğe ulaşamazsam ve bundan ötürü de okur, yazıdan beklediği o hazzı alamazsa -okura haz veren bir metin iyidir ancak!- yazarı hoş görsün diye söylüyorum bunları. Hem bir yazarın -Lafın gelişi ey okur, biz kim, yazar olmak kim!- ayağı yere sağlam basan okurdan başka dertleşeceği kimi var ki? Bir kere ikimiz de biliyoruz ki, bu itibari âlemin kapısını yazarla iyi ama sahiden de iyi okurlar açabiliyorsa âlemin eşiğinde dolanıp kendini içeride gören bazı yazıcıların hali Kemal Sunal’ın Tokatçı filminde yaptığı gibi camekâna ekmek banmak kadar banal olacaktır ki tuttuğunu koparan okur zaten gereğini yapar. Neyse, lafı uzatıp eski yazarlar gibi gereksiz ayrıntılarla kafanızı şişirmeyeyim.


Hayatınızda en çok hangi renk hakim, düşündünüz mü hiç? Bu sorunun bir yanıtı yok gibi. Siyah, kırmızı, sarı, beyaz, yeşil, mavi, lacivert… Renkleri sevmekten değil, onların içinde yaşamaktan söz ediyorum. Bu, biraz da iç dünyanızla alakalı, hayata nasıl baktığınızla yani. Ama renklerin ruhsal yaşamımıza tesiri çok tuhaf. Evreni kendi gözlerimizle görüp bir suçu günahı olmayan renkleri Kast zihniyetimizle tasnif etmişiz. İşte siyah karamsarlığın, sarı hüznün, beyaz saflığın, yeşil kuvvetin, mavi huzurun mu rengi olmuş? İyi de niye böyle olmuş, bir bilen yok! Lakin ne olmuşsa Babil Kulesi’nden çıkıp dünyaya dağılmamızdan sonra olmuş. Yazı bitecek daha Mavi’ye dair bir iki kelam etmedim.


Mavi… Sadece bir renk midir mavi? Sizler için öyle olsa da benim için değil kesinlikle. Çünkü ben bu rengin insan suretine girmiş halini gördüm, anlamaya ve bilmeye uğraştım, nereye ait olduğunu düşündüm. Ama renklerin sırlarla dolu olduğunu gene bu Mavi sayesinde anladım. Yani bence renklerin en soğuğu olan mavi, hayatımızın en fazla rengi de. Üstelik tüm dünya için bu böyle. Emin değilim fakat göğün en yüce rengi mavi mi? Gerçi renklerin kaynağı ışık olduğundan böylesi bir yorum gereksiz olsa da arzın üstünü saran mavi hakikaten de özel bir yere sahip. Bu renk, insanı ferahlatıyor, ölümün, o yok oluşun, müthiş ağrısını sağaltıyor, insana bir ruhu olduğunu fısıldarken umudun, aşkın, yalnızlığın, mutluluğun ve evet, işte yaşamanın nasıl bir mucize olduğunu da söylüyor. Sonsuz maviye bakarken kuşların, uçtuklarını bilip bilmediklerini merak ederim hep. O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler, diyen Hayali haklı mı acaba? Sonra mavi der ki göğe bakmayı bilenlere: Siz Augustinus’a inanmayın, yerde doğanlardan hak edenler zamanı geldiğinde göğe çıkacaklardır elbet. Vesselam okur, Mavi ya da mavi, anlaşılmaz, yalnız, yerle gök arasında sıkışmış, Ara’da veya arafta, kendini arayan, uhrevi, bir tuhaf ‘’renginsan’’, belki bir eski dost, öyle bir şey işte…


Haftanın kitabı: Halit Ziya Uşaklıgil’den Mai ve Siyah… Bizdeki ‘’mavi’’ sözcüğü aslen Arapça olup ‘’mai’’ kelimesinden gelmedir ve anlamı da ‘’su, suyla ilgili olan’’ demektir zaten. Batılı anlamda ilk roman yazarımızdır Uşaklıgil.


Gelelim geçen hafta başlattığımız Gerçek Edebiyat Manifestosu’na… İlk maddeyi anımsayalım: İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz. İkinci maddemiz ise şöyle: Yazar, okura; okur da yazara karşı birinci dereceden sorumludur.


Yazıma bir dostumun güzel bir mısrasıyla son vereyim: Sen bende mavisin hâlâ… Masmavi bir göğün altında tüm insanlığın kardeşlik ve barış içinde yaşaması dileklerimle iyi okurlarım…Madde 1: İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz.Madde 1: İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz.Madde 1: İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz.