34. Osmanlı padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, devleti dünya tarihinin son derece çalkantılı bir döneminde yönetmişti. Saltanatının başında

34. Osmanlı padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, devleti dünya tarihinin son derece çalkantılı bir döneminde yönetmişti. Saltanatının başında ve sonunda, yönetimin kendi elinde olmadığı Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemlerindeki toprak kayıplarının dışında, kendisine amcası Sultan Abdülaziz’den devreden, üç kıta üzerindeki imparatorluk topraklarını 30 sene aynen muhafaza etmişti. 32 yıl, 7 ay ve 27 gün süren bir saltanattan sonra 27 Nisan 1909 günü İttihatçılar tarafından tahttan indirilmiş, yerine kardeşi geçirilmişti. Sultan önce trenle Selanik’e götürülmüş, orada 3,5 yıl kadar kaldıktan sonra Beylerbeyi Sarayı’na getirilmişti. Burada da 5 yıl kalan Sultan 10 Şubat 1918 Pazar günü ikindiye doğru vefat etmişti.
Vefat haberi, Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad (Türkgeldi) Bey tarafından Sultan Mehmed Reşad Han’a bildirilmiş, Sultan da ağabeyinin Sultan Mahmud Türbesi’ne defni ve bilfiil saltanat makamında bulunan padişahların cenazelerinde yapılan merasimin ayniyle yapılmasını emretmiştir. Ali Fuad Bey 11 Şubat 1918 Pazartesi günü yapılacak cenaze merasiminde bulunmak üzere bizzat Padişah tarafından görevlendirilmiştir. Ali Fuad Bey Görüp İşittiklerim kitabında cenaze namazının çok kalabalık bir cemaatle ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin imamlığıyla kılındığını bildirmektedir.
12 Şubat 1918 tarihli Sabah Gazetesi’nin haberine göre, merhum Padişah’ın cenazesi, Bahriye Nezareti’nden tahsis edilen bir istimbot ile sabahleyin saat 11 gibi Topkapı Sarayı’na getirilmiştir. Orada teçhiz ve tekfinden sonra teşkil edilen cenaze alayı, öğleden sonra saat dört buçukta hareket etmiştir. Cenazenin önünde süvari polis memurları, ordu süvari birliği, askeri inzibat memurları, Bahriye mızıkası, Bahriye Muhafaza Taburu, Piyade Küçük Zabit ve Sahra Topçu Küçük Zabit Mektepleri ile İtfaiye Alayı, tüfeklerinin uçları baş aşağı olarak bulunmakta idi. Bundan sonra Harbiye Nezareti Mızıka Takımı, Harem-i Hümayun ağaları, zülüflü baltacılar, Şazeli ve Mevlevi dergâhlarının şeyhleri ve dedeleri, tehlil okumakla görevli Padişah müezzinleri gelmekte idi. Bunun arkasında saltanat hanedanına mahsus Kâbe örtüleri ve yedi adet süslü kemere sarılmış tabut, mevcut Padişah’ın hususi memurları tarafından taşınmakta idi. Cenazenin arkasında Darüssaade Ağası, Hazine-i Hassa memurları, Padişah’ın birinci ve ikinci imam efendileri ve merhumun hizmetkârları gelmekteydi. Bundan sonra Teşrifat Müdürü Memduh Bey önde olarak resmi elbiseleri ile Veliahd-i Saltanat Vahideddin Efendi, bütün şehzadeler, merhumun damadı olan paşa ve beyefendiler, sonra Teşrifat Müdür Muavini Fuad Bey önde olarak yine resmi elbiseleriyle Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, Sadrazam Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Maliye Nazırı Cavid, Adliye Nazırı Halil, Posta ve Telgraf Nazırı Haşim Beyefendiler ile diğer vekiller, Ayan ve Mebusan Meclisleri reisleri, ecnebi sefirler, sefaret baştercüman ve ataşemiliterleri, bunları takiben Teşrifat memurlarından Talat Bey önde olarak kumandanlar, Teşrifat memurlarından Sadık Bey önde bulunduğu hâlde Ayan ve Mebusan Meclisi üyeleri, ilmiye mensupları, ruhani liderler, İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi üyeleri cenazeyi takip etmekte idi.
Ahmed Refik (Altınay), 1918’de basılan Abdülhamid-i Sâni’ye Dâir risalesindeki “Sultan Abdulhamid-i Sani’nin Naaşı Önünde” isimli yazısında, Sultan’ın cenaze merasimini kendine has üslubuyla etraflı bir şekilde anlatmıştır. Kısaltarak ve sadeleştirerek aşağıya alıyorum:
Eski hakan vefat etmiş. Bu haber ilk defa gazetelerden öğrenildi. Otuz üç sene müddetle Osmanlı tahtında bulunan Sultan İkinci Abdülhamid, birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un toprakları altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve öğleden sonra üç buçuk gibi, Sultan Mahmud Türbesi’ne defnedilecekti.
Topkapı Sarayı’na gittim. Orta Kapı önünde, başında serpuş, elinde tüfek, tek bir nöbetçi bekliyor, Babüssaâde önündeki ak ağalar, gelenleri büyük bir nezaketle karşılıyordu. Güneşin ışıkları servilerden süzülüyor, çimenler üzerine dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar şubatın feyizli güneşi altında yeşeren çimenlerin üzerinden sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Üçüncü Ahmed Kütüphanesi’nin önünden geçtim. Siyah elbiseli bir hademe lâle bahçesi tarafından hızla koştu, cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu.
Küçük bir kafile parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Baştan aşağı siyahlar giymiş kafilenin başları üzerinde bir sedye görülüyordu. Kalın, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı, kıymetli koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun-ı Hümayun ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Arkada Padişah’ın en büyük oğlu Şehzade Selim Efendi, damat paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta mahiyeti belirsiz bir sessizlik hâkimdi.
Cenaze lâle bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadet’in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi. Burası, Osmanlı Hanedanı’nın Hilafet namına inşa eylediği en benzersiz, en gösterişli, en parlak bir mabetti. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla süslüydü. Duvarların rengârenk çinileri, kıymetli yazıları göz kamaştırıyordu.
Hacet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde ufak bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid çıplak ve cansız teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde üzüntülü bir hâlde durdum. Tabutun ilerisinde Enderun erkânı ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete hazır bir şekilde bekliyorlardı.
Teneşirin etrafında ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, büyük bir hürmetle naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın sonucu olan zayıflık görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden cansız bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nispeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti fazla buruşukluk yoktu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Genel görünüşü sevimli idi. Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbi, uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Naaşa sıcak sular döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu.
Nihayet naaşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi, teneşir tabutun yanına getirildi, içine kefenler serildi, Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdülhamid, son dakikalarına kadar, kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyet etmişti: Göğsüne ahitname duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destmali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi.
Kefen bağlandı, tabut kapandı. Tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayakucuna laciverde yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kâbe örtüleri, kıymetli taşlarla süslü kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu.
Saat üç buçuk. Hırka-i Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı, yeşil ve mor elbiseler, sarıklarında sırmalar, hürmetle karşılanıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-i Saltanat, şehzadeler büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında, nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu.
Hırka-i Saadet dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla süslenmiş tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde heybetli ve muhteşem, dışarı çıktı. Tabut, Hırka-i Saadet kapısının önüne yüksek bir mevkie konuldu. Hamidiye Camii’nin kürsü şeyhi, sırmalı, yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu:
- Merhumu nasıl bilirdiniz? Velveleli hazin, üzüntülü birçok ses serviler arasında aksetti:
- İyi biliriz!
Kısa bir Fatiha bu merasime de son verdi. Tabut kaldırıldı, Sultan Üçüncü Ahmed Kütüphanesi’nin sağından ağır ağır geçti, Babüssaâde önüne geldi. Cenaze namazı usule uygun olarak burada kılındı.
Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, a’yan, mebuslar, erkân-ı devlet, sefirler, kumandanlar, saray ağaları hep buraya toplanmışlardı. Servilerin önüne Padişah’ın hizmetkârları, subaylar ve erleri dizilmişlerdi. Piyade erleri silahlarını omuzlarına asmışlar, büyük bir sessizlikle yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şazeli Dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderun-ı Hümayun ağaları ve saray erkânıydı.
Tabut Babüssaâde’den Orta Kapıya kadar serviler arasında yavaş yavaş ilerledi. Enderun-ı Hümayun ağaları, salat okuyorlardı. Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Bu tarihi kapı ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önde dedegânın aralıklı, hazin nevaları işitiliyor. Şazeli Dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap makamı ile okudukları kelime-i tevhid, tekbirler ve naatlar arasında aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Orta Kapı ile Bab-ı Hümayun arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede mehterhane takımı büyük kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve vakar ile tabutu selamlıyordu.
Cenaze Bab-ı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlar ve çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve tesirli dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım hıçkırıklarını zapt edemiyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Otuz üç sene hilâfet makamında bulunan Osmanlı padişahının son merasimi, hürmetle yerine getiriliyordu. “Allah! Allah!” sesleriyle tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid, hürmet ve tazim ile kabre indirildi.