25 Ekim Çarşamba günü, saat 12.00’da, Balıkesir Terminalinden otobüse bindim. Üzerinde çalıştığım 'Kasaba' romanımın saha araştırması için,

25 Ekim Çarşamba günü, saat 12.00’da, Balıkesir Terminalinden otobüse bindim. Üzerinde çalıştığım 'Kasaba' romanımın saha araştırması için, Kütahya Tavşanlı'ya gidiyordum. Oradan Eskişehir Sivrihisar’a geçecektim.

Yanıma kimse oturmamıştı, buna (bencilce) sevindiğimi söylemeliyim. Biraz kitap okudum, biraz da yağmurla birlikte değişen bitki örtüsüne, havanın kapalılığına daldım gittim. Orman; insanda yaşama sevinciyle birlikte bir mahzunluk, bir tür haddini bilirlik uyandırıyordu.

Dursunbey’e doğru yol alırken, küçük prefabrik mescitler gördüm. Hali vakti yerinden olanlar, bu küçük ibadethanelerden yaptırıp yol kıyılarına yerleştirirmiş böyle… Kimisinin çeşme inşa ettirip kimisinin de köprü hayrında bulunduğu gibiymiş işte…

Bunları, bir ara uykuya daldığımda yanıma gelmiş ve bilmeden kitabımın üstüne oturmuş Hacı Amca’dan öğrendim. Güngörmüş ve devran sürmüş Hacı Amca, Dursunbey’in bir köyündenmiş. Bandırma’dan, kızının yanından geliyormuş. Kızıyla damadı tavuk çiftliğinde çalışıyormuş orada…

Dursunbey’den; Bandırma’da ve Karacabey’de çok aile varmış böyle, fabrikalarda çalışan… Yol tuttuğu için, arkadan kalkıp buruya gelmiş. Otobüs giderken yolu görmesi çok önemliymiş çünkü.

‘Unutulmuş, bir yere götürülmemiş’ hissi veren, binalarının belleri kirlenmiş gibi duran, mevsimle birlikte yalnızlığa gark olmuş, Dursunbey’e vardık. Fazladan sesli bir yağmur çiseliyordu.

Bir ara, indim yiyecek bir şeyler aradım. Küçük garajın güvenliği, ‘burada öyle şeylerin olmadığını, biraz sonra otobüste servisin yapılacağını’ söyledi.

Hareket ettiğimizde, pek inanmadığım güvenlik görevlisinin dediği çıktı. Otobüste servis yapıldı, bir şeyler yemek bana iyi geldi. Bu sefer, yıllar önce Nazilli’de, Telekom’da çalışmış bir ağabey binmişti yanıma… Kendi isteğiyle Ege’nin farklı ilçelerini gezmiş ve otuz yıl sonra da emekli olmuştu.

Emekliye ayrılır ayrılmaz, proje hazırlayıp sunmuştu ve yüzde yetmiş beş Avrupa Birliğinden destek almış, etlik tavuk çiftliği kurmuştu. Oğlu da subayken, bu işi birlikte yapmak için, görevinden istifa etmişti. Ünlü bir firma ile çalışıyorlardı. İşleri çok iyiydi. Bu bölge tavuk çiftliği için çok uygundu.

Sohbet sırasında (bazan) dışarıya baktığımda dağların arasından, sonbaharın tam içinden, kimi zaman da platolardan geçiyorduk. Dağ diplerinde, tarihin yarı karanlık sayfalarından çıkma köyler, unutulmuş evler, hüzünlü koyun ağılları ve küçük küçük kum ocakları gördüm. Uzaklarda, ne olduğu tam anlaşılamayan insan hikâyeleri ve hayatlar vardı. Evet, hayat, hikâyelerden ibaretti belki de…

Bir ara, Bursa’nın Harmancık ilçesine uğradık. Aynı ‘terk edilmişlik’ görüntüsü burada da göze çarpıyordu. Harmancık’ın, eski ismi Çardı’ymış. Şehir merkezine 100 km. uzaklıktaymış. Kışın, kimi zaman kar yolları kapatırmış. Bursa’nın böyle bir ilçesinin olduğunu buradan geçerken öğrenmiştim...

Tavşanlı’da otobüsten indim. Bir şehir içi minibüsüne atladım sonra. Epey bir dolaştıktan sonra merkeze geldim. Sağanak hâlâ takip ediyordu beni… Sokaklarda, sersem sersem gezdim bir süre…

Kocabıyıklar diye bir yerde çorba içtim, içim ısındı. Lokanta sahibinin yönlendirmesiyle Huzur Otel’e gittim, orada boş oda yokmuş. Sonra, Zümrüt Otel’de uygun fiyata yer buldum kendime.

Otelin sahibi “Sana temiz bir oda verelim,” diyerek benimle yakından ilgilendi. Eşyalarımı ikinci kattaki bir odaya koyup tekrar caddelere çıktım. İstikametsizce dolaştım, roman kahramanım Nihan’ın çocukluğunun geçtiği yerlerin havasını teneffüs ediyordum. Yüzümü yalayan soğuğa pek aldırmadım.

Anneler, dedeler, nineler okullardan çocuklarını/torunlarını alıyorlardı. Bazı öğrenciler hemen evlerine gitmemişler, yollarda şiveli şiveli konuşarak yaramazlık yapıyorlardı ve arada birbirlerine takılıyorlardı. Ama bir şey sorduğunda, hemen hepsi ciddileşip sana gideceğin yolu tarif ediyorlardı

Bir çay ocağına girdim. Çayımı içerken muhabbet açıldı. Kahvecinin emekli olmasına beş yıl varmış. Saat yedide mekânını açıp akşam yedide kapatıyormuş. Burası, iş yerlerine yakın olduğu için dur durak yokmuş. Oğlunu ve kızını hep böyle okutmuş. Birini mühendis, ötekini öğretmen yapmış.

Ardından sohbetimize bir başkası daha katıldı. O da Emet’te, bir madende çalışıyormuş. Onun da kızlarının birisi Balıkesir’de, diğeri Akhisar’da okuyormuş. İşçi maaşıyla kolay değilmiş bu durum…

Tavşanlı’nın her tarafı madenmiş. İşletmelerde çok insan çalışıyormuş. Doğal gaz da gelmiş. Ama insanlar madene güvendikleri için proje üreten, fabrika kuran insan az olmuş bu güne kadar... Yeni yeni hareketlenmeye ve başka işler yapma düşüncesinde olan insanlar ortaya çıkmaya başlamış.

Aşağı yukarı yüz bin nüfusu olan Tavşanlı’nın 95 köyü ve Balıköy, Kuruçay, Tepecik ve Tunçbilek olmak üzere 4 tane beldesi varmış. Ege’nin parlayan yıldızıymış Tavşanlı... Kömürün, nohudun ve leblebinin başkenti olarak anılıyormuş. Yağlı güreşlerin de ikincisi yapılmış bu sene…

Dünyada Bor madeninin yüzde yetmiş beşi Türkiye’deymiş, bunun da büyük bir bölümü Emet tarafındaymış. Buradan çıkan Linyit’e kahverengi kömür de denilirmiş. Linyit’in, tamamına yakını termik santrallerinde kullanılırmış. Kömür sıralamasında kalori itibariyle en alt sıralarda yer alırmış.

Tavşanlı; yardımsever, sıcakkanlı, güvenilir ve komik insanlarıyla güzel bir işçi şehri... Kalabalık, modern, muhafazakâr ve zengin bir memleket…
Bilhassa Balıkesir tarafından gelirkenki yerleşik ve estetik görünüşü bir harika… Kasaba romanımın başkahramanı Nihan’ın doğup büyüdüğü, tertipli düzenli Tavşanlı’yı sevdim…