Sağlaması yapıldığında Baran’ın ilk zamanlar dedesinden neden nefret ettiği ortaya çıkıyordu. Bir gurur yüzünden saçma kararlar verilmese, kavga

Sağlaması yapıldığında Baran’ın ilk zamanlar dedesinden neden nefret ettiği ortaya çıkıyordu. Bir gurur yüzünden saçma kararlar verilmese, kavgalar çıkmasa, ayrılıklar olmasa, zavallı annesi o kenar mahallede akılsız bir serserinin ucuz arabası yüzünden ölüp gitmeyecekti… Ve tabii ki babası hâlâ yaşıyor olacaktı.
Baran Tahtakale’deki cumbalı evinin ahşap merdivenlerinde bekliyordu. Evin karşısındaki manav, tezgahını yavaştan toplamaya başlamıştı. Fırının önünde bir adam satılmayan ekmekleri almak için pazarlık ediyordu, bu tavuk dönerciydi. Meydandaki çay bahçesinde esmer zayıf bir genç sandalyeleri topluyordu. Altındaki sandalyenin de kaldırılacağını fark eden sarı kedi caddeye attı kendini, kaldırımı koklayarak miskin adımlar atıyordu. Aynı anda kaldırıma siyah bir Chrysler ağır ağır yanaştı. Kedi irkilip uzaklaşırken, arabadan geniş omuzlu kısa boylu bir adam indi. Elindeki şemsiyeyi açarak Baran’a doğru yürüdü, “İyi akşamlar Baran bey.” dedi. Baran gülümseyerek selam verdi ve şemsiyenin altına girdi.
Arabaya bindiklerinde hiç konuşmadılar. Baran’ın kanı bu tıknaz adama oldum olası ısınmamıştı. Gayri samimi tavırları vardı. Sessizlik içinde geçen araba yolculuğunun sonunda bir dokuma fabrikasının önünde durdular. Dev ışıklı tabelada “Kazasker Dokuma” yazıyordu.
Zekeriya Baba, bunun gibi üç dokuma fabrikasının daha sahibiydi. Ayrıca Türkiye’de yüzün üzerinde noktaya ulaşıp beş farklı ülkede hizmet vermeye başlamış bir restoran zincirinin de ortaklarındandı. Tabii bir de Ragıp’ın ısrarı üzerine Antalya’da açtıkları beş yıldızlı oteli ve Bursa’nın çeşitli yerlerindeki apartmanları da saymazsak olmaz. Zekeriya ticareti çok iyi bilirdi. Fırsatları önceden sezer, yapacaklarını planlar ve işe koyulurdu. İşini her zaman ciddiyetle yapar ve sonuna kadar bizzat takip ederdi. Serveti büyüdü diye bu niteliklerinin körelmesine izin vermemişti. Ama onu “Zekeriya Baba” yapan finansal gücünü kusursuz yönetiyor olması değildi. Karakter olarak örnek alınacak biriydi. Hayat boyunca akrabalarına ve dostlarına maddi ve manevi anlamda hep yardımcı olmuştu (oğlu hariç). Konumu ne olursa olsun, her insana saygı gösterirdi. O kadar yumuşak bir ses tonuyla konuşur, cümlelerini öyle iyi seçerdi ki emrinde çalışan herkes büyük bir özveriyle işine sarılırdı. Yüzünden hiç eksik etmediği bir şefkat ifadesi vardı ama bu çabucak ciddileşmeye hazır biraz soğuk bir ifadeydi. Bazı kişilerin pimini çektiği söylentilerini duyanlar, “Böyle naif bir adam asla kimsenin ölüm emrini veremez.” deyip onu savunuyorlardı. Halbuki söylenenler doğruydu. Bazı zamanlar işleri yoluna koymak ya da bir takım haksızlıkları düzeltmek adına kullandığı yöntem buydu… Gece hayatı hiç yoktu. İster annesi, ister eşi, ister çalışanı olsun her kadına büyük ölçüde saygılı davranırdı. Bu yüzden hiçbir kadını parayla satın alabileceğini düşünmemiş ve yapmamıştı.
Arabadan indiklerinde hızla yaklaşan, İtalyan kesimi takım giymiş olan adamın Ragıp olduğunu fark eden Baran,
“Ohooo Ragıp bey.” diye haykırdı. Ragıp aynı coşkuyla sarılıp,
“Nerelerdesin oğlum sen iki aydır yoksun.” dedi.
Baran, alaycı bir tavırla Ragıp’ın sırtını sıvazladı.
“Hâlâ pembe günlükler tutuyorsun değil mi ?”
“Ne alaka lan! Hem o günlük değil, siyah bir not defteriydi. Sana da bir şey göstermeye gelmiyor.”
“İki ay saydığına göre, günlük meselesini bırakmadın sandım.”
“Sen de hâlâ iyi espri yapamıyorsun farkındaysan.”
“Haklısın. Bunları da şirin günlüğüne yaz bu gece. Şercan bijimle alay etti şevgili günlük ehe.”
İnce dudaklarıyla suratına yakışıklı bir gülümseme takan Ragıp,
“Dedeni daha fazla bekletmeyelim.” dedi. Fabrikanın mermer merdivenlerinden çıkmaya başladılar.
Ragıp iki çocuk sahibi bir babaydı ama vücuduna çok iyi bakıyordu. Zaten düzgün kemik yapısı ve bebeksi suratı yüzünden doğuştan yakışıklı biriydi. Hep İtalyan kesim takımlar giyer, günde iki kez ayakkabı değiştirirdi. Düzinelerce ayakkabısı vardı. Sıkça değiştirdiği için hiçbiri henüz eskimiş değildi.
Dedesinin odasına gidene kadar Baran’ın telefonda bahsettiği “özel istek” ten kısaca konuştular. Üzerinde geyik oymaları olan ahşap kapının önüne geldiklerinde Baran’ın omzuna vurup “O iş kolay!” dedi Ragıp, “Detayları sonra konuşuruz...”
Baran odaya girdiğinde, çalışma masasında kalın bir kitabın sayfalarını çevirirken buldu dedesini. Kıymetli torununun içeri girdiğini gören yaşlı adam, yerinde doğrulup mutlulukla kollarını açtı.
“Ah evladım, yoksun ne zamandır... gel!” dedi kısık, yumuşak bir sesle.
Baran yüzüne o meşhur içten gülümseyişini takıp sarıldı dedesine.
(Devam edecek…)

ERDEM GÜLER