Geçen hafta sorduğumuz suallere burada cevaplar verelim. İnsan kendine ne vakit rastlar? Okkalı bir soru değil mi? Gel de şimdi Yunus Emre’yi hatır

Geçen hafta sorduğumuz suallere burada cevaplar verelim.
İnsan kendine ne vakit rastlar?
Okkalı bir soru değil mi? Gel de şimdi Yunus Emre’yi hatırlama: Bir ben var bende benden içeri. Demek ki bizim Yunus, kendine rastlamış ve onunla hemhal olmuş ki böyle bir sözü perde arkasından söylemiş. İnsanın kendisiyle karşılaşma bahsinin zamanla alakası olmalı ilkin. Aklın fikrin bir güzel kemale erecek, yanında taşıdığın teraziye çıkıp hatanla sevabınla kendini tartacaksın ki bir şansın olsun. Akıl ve ruh olgunlaşmadan, dahası özünü bilmeden kendinle karşılaşman bir hayal. Kendini bil, epey kadim bir sözdür. Velhasıl dünya üzerinde düşe kalka hayli bir zaman yürüdükten sonra bir gün dışarıdaki yolculuğunu, şu kapı da nereye açılıyormuş, deyip iç âlemine çevirdiğin vakit rastlaşabilirsin kendinle.
İnsanın kendine rastlamasının bir yolu var mıdır?
Bu hususta Mustafa Sırrı Sevada’nın bir sözünü düşünürüm: ‘’Her görünenin arkasında mutlaka bir görünmeyen vardır.’’ Ne demek istiyor burada Sevada? Her şeyin önünde bir perde mi var, diyor yoksa. O zaman ruhun önünde beden var, aynanın önünde gerçek seni gizleyen bir hayal…
Kendimize rastlayamadığımızda ne olur ya da kendine rastlamak her daim iyi midir?
Evvela ikinci soruya yanıt vereyim. Kendine rastlaman hayatının en büyük olayıdır. Varoluşunu huzursuz eden, canını sıkan, bitmeyen bir arayış halinin nedeni işte bu kendini bulamama halidir. O vakit varoluşçuluk bir can sıkıntısıdır.
Peki, kendine rastlamayan bir insana ne olur?
Yarım kalır elbette. Kolsuz bacaksız kalmaktan daha beter bir ahval olsa gerek. Katlanılması müşkül haller çıkar ortaya: Bunalım, sıkıntı, keder, umutsuzluk, çaresizlik, karamsarlık vs. Görüldüğü üzere varoluşçuluk, daha çok ağır hallerin tezahürüdür.
Sonuç olarak diyebilirim ki var olmak, yaşama dair bir bahis ise varoluşçuluk bir yaşam üslubudur. Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler, der Hayali. Ne derin bir kelam. Bu mısra çok şey söyler. Şöyle ki: Eline her kitap alan, nasıl ki onu okumayabilirse her nefes alan da gerçek manada yaşamıyor olabilir. Yani hissetmekle alakalı bir durum bu. Hayatı acısıyla tatlısıyla bir düğün, evet cenaze havasında yaşamadıktan sonra öyle pek de bir anlamı olmasa gerek.
Bu bahsin sonuna İbnül Arabi’nin bir sözüyle gelelim: ‘’Bir şeyin kendini kendisi vasıtasıyla görmesi ayna gibi başka bir şeyde görmesine benzemez.’’
Gelelim nihayete… Kendinle karşılaştıktan sonra ne olursun? İşte meselenin can alıcı noktasındayız. Lafı dolandırmaya lüzum yok. Hayatının en mühim dönemine, oluşunun en derin hallerine adım atmış olursun. Olan neyse o olur artık. Kaçış yok; illa ki bir şey olur ama en güzeli de illa ki kendin olursun. Bundan daha büyük bir ödül olur mu ey varoluş sancısı duyan okur? Camekanlar ardında yaşayan insanların birbirini adeta taklit ettiği bir çağda kendin olmak, cennette ılık bir yağmur altında yürümek gibiyse varoluş acısını dibine kadar yaşamaktan neden kaçalım ki!
Haftanın kitabı: Şems ve Mevlana kadar esrarlı bulduğum İbnül Arabi’den Füsusul Hikem… Okuyun, belki kendinizi görmek için aynalara ihtiyacınız kalmayacak, kim bilir.