Soma faciası yeni olmuştu. O zaman yıllık izindeydim aslında… Soma, yaşadığım yere yakın olduğu için, hemen atlayıp gidebilirdim. Orada, elimde


Soma faciası yeni olmuştu. O zaman yıllık izindeydim aslında… Soma, yaşadığım yere yakın olduğu için, hemen atlayıp gidebilirdim. Orada, elimden ne gelirse yapardım; hiç olmazsa kolonya ve su dağıtırdım acıdan küle dönmüş insanlara...

Ama iç sesim Soma’ya, yardıma değil, ‘ileride yazacağım şeyler için malzeme çıkarmaya gittiğimi’ söyleyip durduğu için, kendimle büyük bir savaş vererek, gitmekten vazgeçtim. Şimdi düşünüyorum da “Biraz abartmışım, Doğrucu Davutluk yapmışım,” demekten kendimi alamıyorum.

Maalesef bir yazar için hayat güç, çetrefilli ve ikilemlerle dolu… Nedeni de yaşadığın her olayın içinden, ilişkilendiğin her insandan, gördüğün her kırılma noktasından, yazmak için malzeme çıkarman gerektiğini (kafanın içinde bir merkez) sana söyleyip duruyor da ondan...

Bu güne kadar öyle insanlardan bahsettim yazdıklarımda, onlar bunu hiç bilmediler ve belki de bir şeyleri fark etmeyecekler… Geçip gittiler hayatımdan ve fazlasıyla etkilediler beni...

Ama öyleleri de var ki, onlarla ne kadar paylaşımım ve hukukum olmuşsa bile, bir tek kelimeyle dahî girmeyecekler eserlerimin bir köşesine… Çünkü - ne yazık ki - buna değmediler... Yazılmayı zerre kadar hak etmediler. Hiç olmazsa, alelade bir yazının bir tarafından bile tutunamayacaklar bu yüzden…
***
Matah bir şeymiş veya ayrıcalıkmış gibi söylemiyorum, tavsiye de etmiyorum ama hayatım boyunca burnumun dikine gittim ben… Bunun tersini yaptığımda başıma neler geldiğini ve nasıl pişman olup ıstırap çektiğimi bildiğim için, sonu ne olursa olsun, iç sesimi dinleyip kendim ettim kendim buldum.

Sevilmediğimde, bana ilgi gösterilmediğinde, görmezden gelindiğimde rahatsız oldum. Çok üstüme düşüldüğünde, özelime aşırı girildiğinde de bundan anlamsızca huysuzlandım. Sanırım tüm bunlar içimdeki yazarın ve biraz da koç burcu erkeğinin (huysuz oğlan çocuğunun) izahı zor sıkıntılarıydı.

Oysa ben de isterdim riyakârlık ve malzeme bulma kaygısı gütmeden, Soma’daki, yakınları göçük altında kalmış insanlara yardıma gitmeyi… Ben de arzu ederdim böyle acı çekmeye meyyal, melankolik, dik başlı, egosu yüksek, zor beğenir ve daha çok kendi fikirlerine inanan bir insan olmamayı…

Evet, ben de isterdim, içimdeki çalışkan yazarın ‘çalış, sanatın için hainlik yapıyorsun, vaktini boşa harcıyorsun’ telkinlerine kulak asmadan, akşama kadar kahvelerde oturmayı, deniz kenarlarında güneşlenmeyi ve 'yazılacaklar, okunacak kitaplar' noktasında yarını planlamadan yaşamayı…

Lâkin böyleyim, kaç sene bu halimi, dahası yazarlığı reddetsem de buymuşum, elimden gelen başka hiç bir şey yok... Ne yapayım ben de alışmaya, kabul etmeye ve kabullenmeye çalışıyorum. Sonra da ruhum bölünmüş bir şekilde, gam çekerek, ortalamayı bulmaya çalışarak yaşıyorum hayatı...

İlk başta ilgi çekici geliyorum insanlara örneğin… Ne de olsa yazmaya çalışan, inişleri çıkışları olan ve iki kitaba sahip bir adam var oluyor karşılarında… Ama gün geçtikçe, beni tanıdıkça fikirlerinin değişmeye başladığını deneyimleyerek anlıyorum.

Benimle yaşaması ve zaman geçirmesi zor çünkü… Düşünüyorum, soruyorum, sorguluyorum, karşımdakinin beni nereye ve kimin yerine koyduğuna bakıyorum. Bazan kırıyorum, döküyorum, ırgalıyorum, hiç gereği yokken egosunu yokluyorum ve işin sonunda birçok şey muhatabımın beklediği şekilde değil de, benim istediğim gibi oluyor.

O zaman su koyuveriyorlar ve tam da yolda yürürken, boş bulunup veya telefona dalıp ağaca çarpan insanların afallamasına benzer bir ruh hali yaşamaya başlıyorlar. Ve kimyaları bozulduğu için başlıyorlar mızmızlanmaya…

Hatta “Ben ne yapsam ne etsem de, sen hiçbir zaman benden memnun olmayacaksın,” diyorlar sanki çok yerinde bir çıkar yol bulmuş gibi... Ben de bu matematiğe sadece gülüyor, işte o zaman yol veriyorum onlara...

Yani hayatınızda bir yazar varsa onunla hem hal olduğunuz vakitlerde değneğinizi saklamanız, biraz diken üstünde olmanız ve kendinize dikkat etmeniz lazım gelir.

Yazarlar değişik insanlardır çünkü… “Şizofren kişilikleri vardır, aykırı ve sıra dışı yapılarıyla başları derttedir,” dersem garip karşılanmaz umarım.

Kimi zaman kırılgandır, alıngandır, belki de çabuk küser yazar… Ama küstüğü dağın odununu da yakmaz üstelik... Tüm bunlar (aksayan, sarkan yerler) onları biraz çekilmez, fikir yürütülmez ve uzak yapar. Çünkü onları anlamak, bir kalıba sokmak güçtür biraz… Ve biraz da karanlıktır Yazar’ın dünyası…
***
Yazmak acı verir ve insanın hayatından çok şeyi alıp götürür. (Yazar ürettikçe özünden, ruhundan, canının parçalarından verir belki de.) Üstelik yapmaya çalıştıklarının kıymetinin bilinmemesi, doğru zamanda doğru yerde olamaması ve hüsrana uğraması riski de her zaman vardır…

Gerçi ben, yazabildiğim, hayata bu şekilde kanalize olabildiğim ve kendimi böyle ifade ettiğim için kendimi hep mutlu ve ayrıcalıklı addetmişimdir. Bir gün yakın bir arkadaşım “Yazmanın verdiği manevi haz sana yeter, kitapların yayınlanmasa da olur,” demişti. Bu sözü hatırladığımda ona hep hak veririm.

Yazının, edebiyatın, dünyalar kurup, hikâyeler anlatıp o hikâyelerin içinde geçen kahramanlarla bir dünya içinde, biraz hayal aleminde yaşamanın beni ne denli beslediğini, hayatın karşısında güçlü (yukarıdan beri anlattığım gibi beni biraz sorunlu, öfkeli ve agresif) kıldığını çok iyi biliyordum, bildim.

Gene de hâlâ ve her şeye rağmen, şanslı olduğumu düşünürüm. Ya yazmasaydım, yazıyı keşfetmeseydim ne yapardım. Düşünmek bile istemem bunu… Yazmak iyileştirir ve adam eder çünkü…