Ortadoğu’da I. Körfez Savaşı’ndan (1991) bu yana, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirme bağlamında büyük bir değişim ve dönüşüm

Ortadoğu’da I. Körfez Savaşı’ndan (1991) bu yana, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirme bağlamında büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanmakta. Eski Osmanlı coğrafyasında yaşanan bu değişim ve dönüşüm operasyonlarının, Osmanlı’nın varisi olarak, Türkiye’yi etkilememesi mümkün değil.
Washington’un nabzını çok iyi dinleyen Hürriyet yazarı Verda Özer, “ABD’nin bugün Suriye’de ne yapacağına dair en ufak bir fikri yok. Bunu bizzat Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ve geçtiğimiz hafta istifa eden Savunma Bakanı Chuck Hagel itiraf ettiler” diyor. ABD Suriye’ye ilişkin politikasını ne yapacağı değil, neler yapmayacağı ya da neler yapmaması gerektiği üzerine inşa etmiş.

Türkiye’nin ‘uçuşa yasak bölge ilan edilmeli’ ve ‘Esad gitmeli’ görüşü ABD tarafında kabul görmüyor. Çünkü, uçuşa yasak bölge ilan etmek, Esad’ın uçaklarına kendi ülkesinde uçuşlarına kısıtlam getireceğinden, böyle bir karar Esad’la ABD’yi karşı karşıya getirecek.

Bugünkü Esad’la, I. Körfez Savaşı’nda Batılı koalisyon güçleri tarafından tepelenmiş Saddam’ı karşılaştırmak mümkün değildir; Esad’ın, ülkenin batısında konuşlanmış oldukça güçlü bir hava gücü var ve Esad’ın arkasında hala çok güçlü bir İran, Rusya ve hatta Çin desteği var. O nedenle ABD, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında hayata geçirmekte ısrar ettiği “Büyük Kürdistan”ı Esad’lı bir formülle sonuca ulaştırmaya çalışıyor. Bu formül, “Uçuşa yasak bölge ilan edilmeli ve Esad gitmeli” diyen Türkiye ile Esad’lı bir formülle BOP’u Akdeniz’e ulaştırmayı hedefleyen ABD’yi karşı karşıya getiriyor.

Gelinen noktada, doğal olarak, ABD ile Türkiye’nin çıkarları çatışma noktasına geldi. 65 yıllık iki müttefik arasında yaşanmakta olan çıkar çatışmalarının sonu nereye varır belemeyiz, ama “Kürt Koridoru”nun Akdeniz’e uzatılmaya çalışıldığı ve çözüm sürecinde kritik bir döneme girdiğimiz günlerde, hükümetin medyadaki sesi olan Abdülkadir Selvi’nin ABD’yi çözüm süreci önünde bir tehdit olarak görmesi, çok ciddiye alınması gereken bir gelişmedir.

Gelişmelerin devamına geçmeden önce, bugünlerde Suriye’deki sessizliği, Abdülkadir Selvi’nin kaygılarının derinliğini anlayabilmek açısından, “ABD ile Türkiye Neden Anlaşamıyor?” yazı dizimizin 3’üncü bölümüne bir göz atalım mı?

Emperyalizme savaş açmış ve bu savaşını zaferle taçlandırmış olan Türkiye Cumhuriyeti, ABD’nin Komünizm tehdidi altında olan ülkelere mali ve askeri yardım yapmayı öngören 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini’nden bu yana, ikili anlaşmlarla ve “müttefik” kamuflajı altındaki çeşitli uygulamalar nedeniyle,  bölgede ABD’nin jandarması olarak görülüyor. Türkiye, 1947’den bu yana, ABD’nin emellerini hayata geçirmede bir atlama tahtası ya da kaldıraç olarak kullanılan bir ülke olarak anılmaktadır.

1964’te Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale hamlesi Başkan johnson’ın İnönü’ye yazdığı mektupla önlenmişti, ama aynı Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’yla bir şahlanma hamlesi yapmış ve Amerika’nın muhalefetine rağmen, garantörlük haklarına dayanarak Kıbrıs’a çıkarma yapmıştı. Başta Libya Devlet Başkanı Kaddafi olmak üzere, pekçok mazlum ülke liderini ve halkını heyecanlandıran bu şahlanış sonrasında Türkiye, ekonomik ambargonun yanı sıra, bir dizi kurgulanmış toplumsal olaylar ve acılar yaşamıştı. Sağ-sol çatışmaları, aydın cinayetleri, Kahramanmaraş faciası, Ermeni terör örgütü ASALA’nın diplomat kıyımları, PKK kurgulamasıyla onbinlerce canımızın canını kaybetmesi... Ortadoğu’da güçlü bir ülke görmek istemeyen çağdaş haramilerin Türkiye’yi itibarsızlaştırma, güçsüzleştirme politikasının uygulamalarıydı.

 Türkiye’yi içten ve dıştan çökertmeyi hedefleyen bu saldırılar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen sonrasında, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) devreye sokulmasıyla daha derin bir boyut kazandı. Kırım Savaşı (1853-56) sonrasında planlanan, Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin I. Dünya Savaşı’nın erken bitmesine neden olmasından dolayı hayata geçirilemeyen “Büyük Kürdistan” paravanası, 1991’deki I. Körfez Savaşı’nda Irak’ın bölünmesiyle birlikte yeniden gündeme taşındı ve “çekirdek Kürdistan” çalışmaları başlatıldı.

KOBANİ DEMEK “KÜRT KORİDORU” DEMEK..

I.Körfez Savaşı sonrasında, Irak’ın kuzeyinde, topraklarımızda konuşlanan Çekiç Güç’ün kanatları altında oluşturulan Büyük Kürdistan’ın çekirdek devleti, Suriye’nin kuzey parseliyle birleştirilerek Akdeniz’e bağlanmak isteniyor. Son zamanlarda gündemimize yerleşen Kobani merkezli gelişmelerin gerçek hedefi, Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanacak bir “Kürt Koridoru” oluşturmaktır. “Kürt Koridoru”, daha sonra, İran ve Türkiye’den koparılacak topraklarla “Büyük Kürdistan”a dönüştürülecek, bölgenin iki güçlü ülkesi parçalanarak kontrol altına alınmış olacaktır.

Çağdaş haramilerin hedefi bu.. Gerçekleşip gerçekleşmemesi, bu topraklarda yaşayanların fotoğrafın bütününü görebilmelerine bağlı..

Kobani demek “Kürt Koridoru” demek, “Kürt Koridoru” demek “Büyük Kürdistan” demek, “Büyük Kürdistan” demek “Vaad Edilmiş Topraklar” yani “Büyük İsrail” demek.. Konuyla ilgili yazılarımıda hep söyledik; “Amerika’nın Türkleri ya da Kürtleri mutlu etmek gibi bir kaygısı yok!” Yarınlarda yeni yeni Filistinler yaşamak istemiyorsak, aklımızı başımıza toplayalım.

“EĞİLİM KÜRTLERDEN YANA..”

Kobani ve IŞİD bağlamında yaşananlar, Türklerle Kürtlerin arasını açacak şekilde gelişiyor. Bölgede Kürtlerin giderek Türklerin boşluğunu doldurduğunu söyleyen eski ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, “Eğilim, Türkiye’den çok Kürtlerden yana olacak” diyor. Yeniden ve daha kalıcı olarak Ortadoğu’ya dönen ABD’nin eski Büyükelçisinin bir bildiği vardır herhalde..

Davutoğlu’nun Obama’yla görüşmesinden sonra sergilediği iyimser havaya rağmen, Türkiye, bölgemizdeki gelişmelerden oldukça rahatsızdır. Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı M. Ali Şahin’in, “3’üncü göz olarak ya da başka şekilde ABD’nin veya başka ülkelerin çözüm sürecine karıştırılmayacağı” şeklindeki söylemini, ‘hükümetin medyadaki sesi’ olarak tanımlanan Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi’nin, “ABD ile Türkiye arasındaki yolların gittikçe açıldığına” vurgu yapan yazılarını, iki eski müttefik arasında yaşanmakta olan savaşın su yüzüne vurması olarak değerlendirmek gerekir.

NOSTRADAMUS KEHANETLERİ GİBİ.. BUGÜN YAŞADIKLARIMIZ, 2008 TARİHLİ BİR RAPORDA TEK TEK ANLATILMIŞTI

Işık Kansu, 15 Kasım tarihli yazısında Amerikan derin devletinin desteğinde olan ABD-İsveç merkezli Silkroad Institue adlı düşünce kuruluşunun 2008 tarihli ve “Parçalanmış Türkiye’nin Görünümü” başlıklı raporuna dikkat çekiyordu. 75 sayfalık raporun altında Svante E.Cornell ve Halil Magnus Karavelli imzaları var… Bir ara Cumhuriyet gazetesinde de yazılar yazan Halil M. Karavelli, Enstitü’nün İsveç’teki merkezinde Türkiye Masası şefi. Svante E. Cornell, İsrail’de muhafazakarların sesi olan The Jerusalem Post‘ta yazıyor. İkisinin de İsrail’le yakın ilişkileri var.

Bu ikilinin 2008’de kaleme aldıkları rapor Nostradamus kehanetlerini aratmıyor; söylediklerinin çoğu gerçekleşmiş. Raporun “Türkiye senaryoları” bölümünden 72. Sayfada şöyle deniyor: :

“CHP‘den istifa etmeye ikna edilecek Deniz Baykal’la, yolsuzluklar konusunda kamuoyunun dikkatini çeken Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirecek. CHP, yeniden Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.” (Partide uzun bir geçmişi olmayan Kılıçdaroğlu o tarihte CHP Grup Başkan Vekilidir.  M.K.S.)

Rapor için Nostradamus kehaneti benzetmesi yapmakta haklı değil miyiz; Rapor 2008’de, “Baykal istifa edecek, Kılıçdaroğlu Genelbaşkan olacak” diyor ve bu “öngörü” 2010’da aynen gerçekleşiyor..

Raporda ilginizi çekecek bir önemli ayrıntı daha var. Kılıçdaroğlu’nun partinin “altı ok”unda yaptığı çağdaşlaştırma operasyonları 2008 tarihli raporda haber veriliyor: “CHP, yeniden Avrupa tarzı ve merkezli bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.”

2008 TARHLİ TARİHLİ RAPORDA ÖNGÖRÜLENLERİN 6 YIL SONRA AYNEN HAYATA GEÇMİŞ OLMASI DÜŞÜNDÜRÜCÜDÜR

2008 tarihli ve “Parçalanmış Türkiye’nin Görünümü” başlıklı raporun öngördüğü senaryoların 6 yıl sonra aynen hayata geçmiş ya da geçirilmiş olması düşündürücüdür.

Raporun “Çok daha tutucu bir Türkiye” başlıklı bölümündeki ileriye dönük bir öngörüde şöyle deniyor:

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendisine yönelik saldırılara göğüs gererek dirayetli bir lider olduğunu bir kez daha ispat eder.

AKP durumunu düzelterek 2011 seçimlerini de kazanır. Ana muhalefet partisi, laik ve milliyetçi CHP, seçimlerde bir kez daha yenilgiye uğrayarak marjinal bir parti olmaktan öteye gidemez.

Recep Tayyip Erdoğan, büyük bir oy farkı ile Abdullah Gül’ün yerine cumhurbaşkanı seçilir. Muhalif partilerin marjinal parti olmaktan öteye gidememeleri sonucu AKP daha otoriter bir kimlikle hareket etmeye başlar. Cumhurbaşkanı Gül’ün İslamcı eğilimli yargıçları Anayasa Mahkemesi’ne ataması siyasal krizin ortaya çıkmasına neden olur. AKP, Kürt sorununu kontrol altına almayı başarır. Bu gelişmeler sonucunda İslamcılar, milliyetçilere göre daha büyük güç kazanır. Buna karşın PKK sorunu, ülke çapında devam ederek, içteki gelişmeleri olumsuz yönde etkiler.”

Görüldüğü gibi, ABD’nin çözüm sürecinde 3’üncü göz olmak istediğini belirten M. Ali Şahin’in, “PKK’nın ABD ile ilişkiler kurarak terörist örgütler listesinden çıkmayı hedeflediğini” söylerken duyduğu rahatsızlık, 2008 tarihli raporda da bir “öngörü” olarak dile getirilmiş.

RAPORDA YENİ CHP HAKKINDA NELER VAR?

Raporun CHP’yle ilgili öngörüleri de Nostradamus’tan tam not alacak derecede isabetli:

“Türkiye’nin ‘AKP cumhuriyeti’ne dönüştüğü yönündeki tehlikenin belirginleşmesi, başta muhalifler olmak üzere laik çevrelerde de tedirginliğin artmasına neden olur.

Deniz Baykal, CHP liderliğinden istifa etmeye sonunda ikna edildiğinde, Kemal Kılıçdaroğlu onun yerini alır. Kılıçdaroğlu, AKP’nin yolsuzluklarını ortaya çıkaran bir lider olarak toplum içindeki yerine alırken CHP, modern, Avrupa tarzında sosyal demokrat merkez partisi olarak Türk siyasetinde önemli bir rol üstlenir. Parti içindeki reformlar sonucu CHP, Avrupa Birliği tarafından da desteklenir. Merkez sağ kimliğindeki bu parti, dindar çevrelere olduğu kadar Kürt seçmenine de hitap etmek için yeni bir yöntem uygularken laik kesimi de kucaklamak için çaba harcar.”

65 YIILIK MÜTTEFİKLER ARASINDAKİ ÇIKAR ÇATIŞMASININ SONU NEREYE VARIR?

2008’deki raporun yazdıklarının bugün tümüyle gerçekleşmiş olmasını “Türkiye, Türkiye’den yönetilmiyor” şeklinde değerlendirmeyi içimize sindiremiyor olsak da, “Büyük Kürdistan” konusunda Türkiye ile ABD arasında gittikçe derinleşen bir “çıkar çatışması” yaşandığını kabul etmek durumundayız.

Ortadoğu’da I. Körfez Savaşı’ndan (1991) bu yana, Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirme bağlamında büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanmakta. “Arap Baharı” rüzgarları eşliğinde Eski Osmanlı coğrafyasında yaşanan bu değişim ve dönüşüm operasyonlarının, Osmanlı’nın varisi olarak, Türkiye’yi de etkileyeceği biliniyordu.

Bugün, doğal olarak, ABD ile Türkiye’nin çıkarları çatışma noktasına geldi. 65 yıllık iki müttefik arasında yaşanmakta olan çıkar çatışmalarının sonu nereye varır belemeyiz, ama “Kürt Koridoru”nun Akdeniz’e uzatılmaya çalışıldığı ve çözüm sürecinde kritik bir dönemin başladığı şu günlerde, hükümetin medyadaki sesi olan Abdülkadir Selvi’nin ABD’yi, ‘çözüm süreci önünde bir tehdit’ olarak görmesi ve bunu açıkça dillendirmesi çok ciddiye alınması gereken bir gelişmedir.