Bir rastlantı sonucu yazar olan Ahmet Ümit ilk kitabını güç bela çıkartır. Aziz Nesin ile birlikte Gebze’ye gider, bir

Bir rastlantı sonucu yazar olan Ahmet Ümit ilk kitabını güç bela çıkartır. Aziz Nesin ile birlikte Gebze’ye gider, bir imza gününe katılır.



Aziz Nesin’in önü kalabalıktır; ünlü, ağır ve büyük bir yazar olarak bunu hak ediyordur çünkü…



Ahmet Ümit’i ise pek tanıyan eden yoktur. Ama Aziz Nesin orada babalığını ve hassasiyetini gösterir.



“Arkadaşlar bakın burada genç bir yazar var, Ahmet Ümit’e de kitap imzalatın, ileride çok daha muhteviyatlı, yetkin ve güzel kitaplar yazacak.” der.



O gün, bir kaç kitap imzalayan Ahmet Ümit, ancak iki binli yıllarda yavaş yavaş tanınmaya ve kitapları çok satmaya başlar.



Yazarlık böyle bir şeydir. İnat, sabır, beklemeyi bilme ve emek gerektirir. Karşılığını düşünmeden yıllarını bu işe vermen lazım gelir.



Yılmayanlar, zaman rüzgârının şiddetine aldırmayanlar, istikrarlı ve disiplinli olanlar, kendine, metinlerine ve edebiyata inananlar kazanacaktır.



Zaten Virginia Woolf, yazar adaylarına, otuz yaşından önce kitap çıkarmamalarını sıkı sık tembihler.



Orhan Veli de “Otuzunda meşhur olan bir yazar 32 yaşında unutulur.” der.



***



Ahmet Ümit, Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdikten sonra Rusya’da, enternasyonal bir okulda okumuş.



Yalnız, Rusya onun için tam manasıyla bir düş kırıklığıymış.



Tıpkı zamanında Nazım Hikmet'in, Rusya’ya gittiğinde gördüklerinden sonra yaşadığı şaşkınlığa, anlamsızlığa, hayal kırıklığına benzer bir kırıklıkmış bu.



Rusya'da yaşarken günlerce bir şeyin eksikliğini çekmiş Ahmet Ümit; düşünmüş, kafa yormuş bir türlü bulamamış.



Ama en sonunda, Rus mimarisini bütünüyle yansıtan bir sokakta dalgınlıkla yürürken, birden aklına gelmiş.



Acıyla, eksikliğini hissettiği ezan sesini duyamamasıymış.



***



Ahmet Ümit ilk öyküsünü 1982 yılında yazar.



Hoş bir tesadüf sonucu yazar olur aslında, çünkü çok okusa da zerre kadar ‘yazma’ gibi bir düşüncesi yoktur.



1982 Anayasası’na ‘hayır’ demek için bir rapor yayınlamış. Takma bir adla, duvarlara yazı yazarken yakalanan bir arkadaşının başından geçenleri hikâyeleştirmiş.



Bu yazı/öykü, kırk dilde yayımlanan, Kuzey Avrupa eksenli politik bir dergide basılmış, çok beğenilmiş, Ahmet Ümit’in kendisine güven gelmiş.



Böylece ünlü polisiye ustasının yazarlık hayatı başlamış.



***



Ahmet Ümit’in yazarken dikkatinin dağılmadığı bir mekanı olmalıymış, sakin bir ortamda kesinlikle (daha çok klasik) müzik dinlemesi lazımmış. Beyoğlu'nda güzel bir yazıhanesi varmış.



Bir romanı hazırlarken sahaya inermiş, İstanbul’u sokak sokak dolaşırmış, Emniyet’e, Adliye’ye ziyaretler yaparmış.



Farklı şehirlerde araştırmalarda bulunurmuş, Ören yerlerini, eski medeniyetlerin kalıntılarını gezermiş ve yazacağı roman ile alakalı birçok kitap karıştırırmış, çok okurmuş…



***



Hayatını yazıya adamış Ahmet Ümit, ancak iki binli yıllarda tanınmaya başlar ve kitapları daha görünür hale gelir.



Yazarlık böyle bir eylemdir.



Ancak yaşam biçimi haline getirdiğinde yazmayı öğrenir insan; o da tam mamasıyla değil… Her daim amatör ruhla devam etmen gerekir yoluna… “Ben oldum!” dedin mi bitmişsindir.



Yazmak; tahammül, soğukkanlı olma, beklemeyi bilme ve emek gerektirir. Karşılığını düşünmeden yıllarını bu işe vermen, bir odada yalnız kalabilmeyi ve bir masanın başında saatlerce oturabilmeyi öğrenmen lazım gelir.



En nihayetinde, yılmayanlar, zaman rüzgârının şiddetine kapılmayanlar, istikrarlı, inançlı ve disiplinli olanlar, kendine, hikâyelerine, metinlerine ve edebiyata inananlar kazanacaktır. Tıpkı Ahmet Ümit gibi…