Halk arasında “93 Harbi” diye bilinen Osmanlı-Rus savaşı 1877'de başladığında Osmanlı orduları doğrusu iyi savunma savaşları vermişlerdi. Kars

Halk arasında “93 Harbi” diye bilinen Osmanlı-Rus savaşı 1877'de başladığında Osmanlı orduları doğrusu iyi savunma savaşları vermişlerdi. Kars'ta Ahmet Muhtar Paşa, Plevne'de ise Gazi Osman Paşa'nın gösterdikleri başarılara rağmen sonuçta savaş Rusların zaferiyle bitmişti. Plevne'nin teslim olmasından sonra hızla Edirne'ye inen Ruslar’la 1878'de Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması yapılmıştı.

Bu yenilginin sorumluluğunu Meclis-i Mebusan'a yıkan Padişah II. Abdülhamit 23 Aralık 1876'da ilan ettiği Anayasayı askıya alarak meclisi kapattı. Böylece bir yıl kadar süren meşruti monarşi yerini tekrar mutlakıyete, daha doğrusu 30 yıldan fazla sürecek bir istibdada bıraktı. Hem bu baskı rejimine duyulan öfke, hem de Rusların tüm Balkanları çiğneyerek Edirne'ye yürümeleri sırasında Rumeli'den kaçarak İstanbul'a sığınan on binlerce göçmen Yıldız Sarayı'ndaki Abdülhamit'i fazlasıyla huzursuz ediyordu.

Bu toplumsal öfke, bu umutsuz ve aç yığınlar pekâlâ tahtına mal olabilirdi. Çünkü bunlar bir ayaklanmanın ve saray darbesinin koşullarını da yaratıyordu. Ağır bir savaş yenilgisi nedeniyle meclisin kapatılması bir siyasi kriz anlamına gelirken, başkenti işgal eden Rumeli göçmenleri ise bir toplumsal krizin başkent sokaklarına yansımasından başka bir şey değildi. Saltanatına yönelik tehlikeyi fark eden II. Abdülhamit bir baskı rejimine yönelerek işin içinden sıyrılmaya çalışırken hayli tedirgindi. Nitekim bu ihtilal ortamından yararlanarak gerçekten de Abdülhamit'i devirmeye kalkışan bir ihtilalci çıkacak ve silaha sarılacaktı. Abdülhamit'in uzun süre kendisine gelememesine yol açan bu "Sarıklı İhtilalci"nin adı Ali Suavi olacaktı.

Yeni Osmanlılar’ın önemli kişiliklerinden biri olan Ali Suavi daha sonraları “Türk milliyetçiliğini ilk kez ortaya atan bir mütefekkir,” “Türk milliyetçiliğinin bayrağı, zulme ve istibdada çekilen ilk kılıç” gibi övgülerle anılmasına rağmen yaşamı da, düşünce dünyası da hayli karışık ama hiç kuşkusuz çok ilginç bir kişiydi. Rüştiye mektebini bitirdikten sonra çeşitli kademelerde devlet memurluğunda bulunmuş, rüştiyelerde öğretmenlik, medreselerde hocalık yapmıştı. Filibe'deki tahrirat müdürlüğü görevine son verilmesinden sonra geldiği İstanbul'da siyasal çalışmalara ağırlık veren Ali Suavi, dönemin en önemli gazetesi Muhbir'deki yazılarıyla dikkat çekiyor, padişah Abdülaziz ve annesi Pertevniyal Sultan hakkındaki konuşmalarıyla sarayın da öfkesini topluyordu. En sonunda gazetesi kapatıldı ve kendisi de Kastamonu'ya sürgün edildi.

Daha sonrasında ise dönemin pek çok muhalifi gibi Ali Suavi'ye de Avrupa'nın yolları göründü. Yeni Osmanlılar’ın koruyucusu Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı ve yardımıyla Kastamonu'dan kaçarak Paris'e giden Ali Suavi burada bulunan Yeni Osmanlılar’ın diğer önde gelen kişileriyle, özellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa ile anlaşmazlığa düştü. Londra'ya giderek bir süre orada yaşayan Ali Suavi tanıştığı bir İngiliz kadınla, Marie Stewar Lugh ile evlendi, bundan dolayı da pek çok saldırıya uğradı. Bir “yabancıyla” evlenmek o dönem için de pek hoş görülür işlerden değildi. Yurtdışında iken bir süre Muhbir ve Ulüm adlı gazeteleri de çıkaran Ali Suavi, İstanbul'da saraya bilgi verdiği ileri sürülerek Yeni Osmanlılar arasında dışlandı. Hatta Namık Kemal onun için şu dörtlüğü bile yazmıştı:

“Suavi dedikleri o küçük adam

Paris'te oturmuş yanında madam

Biz anı adam sandık o da mı cüdam

Aman yalnız kaldı Mustafa Paşa.”

II. Abdülhamit'in tahta geçmesi ve meşrutiyetin ilanıyla af çıkması üzerine Yeni Osmanlılar’ın birçoğu gibi Ali Suavi de İstanbul'a döndü. Muhaliflere çeşitli mevkiler dağıtarak onları kontrol altında tutma politikası izleyen Abdülhamit'ten Ali Suavi'nin payına düşen de Mekteb-i Sultani'nin (Galatasaray Lisesi) müdürlüğü oldu. Bu görevdeyken pek çok önemli yenilikler yapan Ali Suavi'nin bir süre sonra padişahla arası açıldı ve böylece Padişaha karşı çalışmalar yapmaya başladı.  Meclisi fesh edip Anayasayı askıya alan II. Abdülhamit'in bir baskı rejimine yöneldiğini gören Ali Suavi Rumeli göçmenleri arasında örgütlenme çalışması yaparak 150 kadar kişiyi silahlandırdı. Amacı Çırağan Sarayı'nda “kafes hayatı” süren eski padişah V. Murat'ı bir baskınla kurtarmak ve yeniden tahta geçirmekti. Aklı dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle tahttan indirilen Murat'ın sağlığının düzeldiği söyleniyordu.

20 Mayıs 1878'de silahlanmış olarak teknelere doluşan Ali Suavi ve adamları Üsküdar tarafından yola çıkarak Boğazı geçtiler ve Çırağan Sarayı’na çıkartma yaptılar. Böyle bir şeyi hiçbir şekilde beklemeyen saray görevlilerini etkisizleştiren Ali Suavi ve adamları Murat'ın kapalı olduğu bölüme de girerek eski padişahı kendileriyle birlikte gelmeye ikna etmeye çalıştılar. Ancak ortaya çıkan kargaşadan büyük bir korkuya kapılan ve ne olduğunu anlayamayan eski padişah asilere direndi ve onlarla gelmeyi reddetti.

V. Murat'ı ikna edebilseler geldikleri teknelerle tekrar Anadolu yakasına dönecekler ve orada yeni padişahı ilan edeceklerdi. Ancak akli dengesi zaten pek yerinde olmayan eski padişah asilerle işbirliği yapmayınca bütün plan suya düştü. Tam o sırada Çırağan'a baskın yapan Abdülhamit'in Beşiktaş Muhafızı Ferik (Yedisekiz) Hasan (Paşa), Ali Suavi ve adamlarına karşı zaptiyeler ve askerlerle saldırıya geçti. Çıkan çatışma esnasında Ali Suavi'nin kafasına elindeki kalın sopayla vuran Paşa bu “Sarıklı İhtilalci’yi” cansız yere sererken adamlarından da 60 kadarını öldürerek Osmanlı tarihindeki bu ilginç ihtilal girişimini bastırdı.

Okuma yazması olmadığı için imzasını atarken yaptığı şekil Arapça Arapça yedi ve sekiz rakamları anlamına gelen / şeklinde attığından adı “Yedisekiz”e çıkan ve “Yedisekiz Hasan Paşa” diye adlandırılan bu adam. Bir süre Avrupa’da yaşamış, pek çok eser vermiş ve ülkenin en önemli eğitim kurumunun da müdürlüğünü yapmış; Ali Suavi'yi bir sopa darbesiyle öldürünce II. Abdülhamit tarafından paşa rütbesiyle ödüllendirildi.

Ali Suavi ise, tarihin unutulup giden isimleri arasındaki yerini aldı. Ama Yedisekiz Hasan Paşa Ali Suavi’den daha çok tanınır oldu. Demokratik davranış dışı harekete kalkan Ali Suavi gibi insanlar için söylenecek en gerçekçi söz ise; “Vea victis!” yani “Vay mağlupların haline” sözüdür!