Geçen hafta Aşk Ekmek ve Ölüm ne anlatıyor’da kalmıştık. Kitaptaki birçok

Geçen hafta Aşk Ekmek ve Ölüm ne anlatıyor’da kalmıştık.



Kitaptaki birçok hikâyede, alt metinlerde, sevdiğim bir konu olan, baba ile kurulan iktidar mücadelesini (Oidipus karmaşası) benzeri bir ilişkiyi ele aldığımı sonradan fark ettim. Ben de babaları ile sorunları olan, karmaşık bir kuşaktan geliyorum çünkü.



(Oidipus karmaşası… Babayı öldürmek ve kendin olup yola öyle devam etmek… Oysa Tolstoy’da babayı ve otorite figürünü temsil ediyor bir bakıma… İroniye bak ki, ben bu yazıyı Lev Nikolayeviç Tolstoy’a sorulan bir sorudan yola çıkarak yazıyorum.)



Diğerlerinin başlarına gelen kötülüklere sevinerek ve bıyık altından gülerek bakan insanların hayatlarına da türlü çeşit belalar geldiğinde içine düştükleri ikiyüzlü durumu, aslında doğru olanın Yılmaz Güney bakış açısıyla ‘hiç tanımadığın insanların acılarına bile üzülmek’ olduğunu ve felaket/yıkım duygusu birlikteliğinin - mutluluk anlarına göre - daha birleştirici, iyileştirici ve derli toplu olduğunu (belki de şok etkisinin devreye girdiğini) anlatmaya çalıştım.



İnsan hayatındaki kırılmaları, önemli dönemeçleri, şok etkilerini, hiçbir zaman tam aydınlatılamayan ve akıl sır erdirilemeyen insanın iç dünyasını, görmeye ve hissettiklerimi okura göstermek için, elimde bir ayna tutmaya, (burada Başkalarının Hayatı romanımın önsözünde, modern romanın kurucusu Gustave Flaubert örneğini veren Berk ATAHAN’a nazire yapalım) gayret ettim.



Ayrıca, hayatın gidişatını, aşkı, ağır pişmanlıklarımızı, ayrılıklarımızı, zamanında kıymetini bilmediklerimizi, evlat acısını, küçük bir çocuğun açlıkla olan imtihanını, bu günü, geleceği, geçmişi, adaleti, aile kavramını, ortanca çocuk psikolojisini sorgulamaya çalıştım.



Honoré de Balzac’ın eşsiz kahramanları, Felix de Vandenesse ile Kontes Henrietta tarzı büyük bir aşkı, dostluğu, kararsız, kafası karışık ve kişiliği oturmamış insanların fırtınalı ruh hallerini kaleme almak için uğraş verdim.



Ve kitabın en sonuna - Onur Kitap okuyucuları için - Kırmızı Perdeler adlı, eserin genel yapısına uygun bir hikâye daha ekledim.



Kırmızı Perdeler’de başka bir dünyanın insanlarını (ötelenen, görmezden gelinen, aşağılanan bireyleri) anlatmak için mücadele ettim. Umarım başarılı olmuşumdur.



Veya tüm kitabı kastederek söylüyorum, çuvallayıp sayfalar dolusu saçmalamışımdır belki, orasını bilmiyorum.



Her okurun, aynı metinden veya kitaptan, kendi istidadına ve fikri alt yapısına göre, alacağı tadın, estetik duygusunun ve hissin farklı olduğunu, Behçet Necatigil’in “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.” dizesinden yola çıkarak, asıl kitapların da bazı yaşları bekleyeceğini söyleyerek konuyu bağlayalım.



Önsöz’ü sona erdirirken, edebiyatın bir miras olduğunu düşünürsek, değerli büyüğüm, ömrünü yazıya adamış, o dönemin en popüler insanı Lev Nikolayeviç Tolstoy’a fazlasıyla hak veriyorum.



Bir yazar; eserinde ne anlattığını anlatmaktansa oturup kitabını tekrar yazmalı veya “Bu kitapta ne anlatmak istediniz?” diye soranlara pek kulak asmamalı… (Çok az yazar bunu başarabilir.)



Aynı zamanda, Honoré de Balzac’ın ünlü tespitini de unutmamalı…



Roman karakterlerine verdiği duygular nedeniyle - okuyucuların - yazarı suç ortağı yapma düşüncesinde olduklarını bilmeli…



Yazar ‘ben’ diyorsa, hemen hemen herkesin onu anlatıcıyla karıştırmak eğiliminde olduğunu aklından çıkarmamalı…



Sonra kusar gibi de yazmamalı…



Sesini bulup kendiliğini inşa etmeli öncelikle…



En nihayetinde yaşamın tam ortasında olduğunu ve her daim içindeki otoriteyle mücadele etmesi gerektiğini bir kenarda tutarak, kendi olup yoluna devam etmeli…