“Boyun eğen kadınların tozlu hikayesi”



Her gün yüzlerce kadın yüzü görüyoruz. Yolda, arabada, pencereden dışarı bakarken, mağaza gezerken... Siluetleri birbirine karışmış o kadar çok hayatın yüzünü görüyoruz ki, tıpkı uzaktan baktığımızda ışığı yanan evlerin varlığını gördüğümüz gibi... Nasıl o evlerin içinde bir hayat var diye düşünüyorsak, o yüzlere baktığımızda da yaşayan bedenleri olduğunu düşünüyoruz. Bazı kadınların yüzleri sadece nefes almaktan ibarettir. Gülmez, mimikleri oynamaz, sadece kasılır, ağlarken... “Yarın ne giyineceğim” diye düşünmez o kadınlar, “akşama bir tas yemek koyabilecek miyim?” diye düşünür. “Sömestr da nasıl bir tatil yapsak?” diye planlar yapmaz hayatı kırılmış kadınlar, “çocuğum okula gidebilecek mi?” diye endişelenir.



Bazı kadınların hayatı üçüncü sayfa haberlerinde başlar ve biter. Onları belki birçok kez görmüşüzdür. Yolda yürürken 1 saliselik göz göze gelmişliğimiz bile olmuştur. Hayatlarına dokunmadan ama nefesinin rüzgarının yanından geçmişizdir. Hepimiz bir kırık hayatı, morarmış gözlerin, gözyaşlarının tuzuyla ıslanmış yanakları görüp sadece yanından geçmişizdir.



Kadın olmak çok zordur. Bu önce çocukluktan başlar. Her zaman saçın örülü, kırmızı ayakkabıların kurdeleleri, önlüğün ütülenmiş bir sonraki güne hazır olmak zorundasındır. Pelin’ler, Ahmet’ler dalga geçmesin diye çocukluğun en güzel kadınlığını giyinirsin. Sonra genç bir kız olursun, olmak istediklerinle oldukların arasında bir yerde sıkışır kalırsın. Senin hayalini yaşatamayan annene sinirlenirsin. Senin oldurmak istediğin hayat ona birkaç beden büyük geliyor diye ruhunla onu dışlarsın.



Kadın olursun, ama hiç kendin olamazsın. Önce kocana sonra çocuklarına, sonra torunlarına vermek zorunda olduğun kadınlık, annelik, anneannelik vardır. İşte tüm bu kavramların arasında kadın kaybolur. Karnına bebeğin tohumu düştüğü an, kadın anne olur. Evlatsa karnındayken kanını yer, doğar büyür canını yer, ölür gidersin malını mülkünü yer. Anneliğin sınavı hiç bitmez.



28 Şubat’ta prömiyerini yapan “Aynada Kırılan Kadınlar” adında bir oyun izledim. Bir kadının içinde yaşadığı başka ikilemleri, çelişkileri, varlık çatışmasını, korkularını, kadın olmanın zorluğunu anlatıyordu. Çok güzel bir peri masalı gibiydi, ama bu peri masalı nasıl önce külkedisi olduğunu sonra da nasıl bu masalın içinde kaybolduğunu söylüyordu. Acıydı! Bu acının içinde hiç iyileşemeyecek yaralar vardı. Kadınların yaraları ağır olur, sürekli kanar, acır, hiç izi kalmaz, çünkü hiç kabuk bağlamaz. Sürekli kaşındığı için hep yarası açıktır, kanıyordur.



Başak Akbay’ın, Miray Ankaoğlu’nun, Çiğdem Kiper’in, Şükran Çağman’ın, Boran Gencer’in oyuncu kadrosunda yer aldığı “Aynada Kırılan Kadınlar” oyununu özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne bu kadar yaklaşmışken herkesin izlemesini tavsiye ediyorum. O kadar çok harala gürelenin içindeyiz ki, gün bittiğinde sanıyoruz ki sadece gün bitti, ama farkında olmadan ömür bitiyor. Nasıl saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere, saatlere günlere dönüyorsa, nasıl dünya sürekli bir döngü içindeyse, biten günlerde biten ömürlere dönüyor.  Bir yerden başlamak istiyorsanız, içinizde gizlediğiniz kendinizle, o kadınları unutan kişiliğinizle gidin, bu oyunda yüzleşin. Nasıl bir kadın olunur ve nasıl bir kadın kaybolur...



Bazen göremediğimiz kadınların acılarını unuturuz ya, bizim için bir üçüncü sayfa haberinde okunmuş, 30 saniyelik “Ah! Canım, çok yazık olmuş!” deyip sayfanın magazin bölümüne geçeriz ya, işte o zaman görünmez olur aynada kırılan kadınlar.



Demek istiyorum, hatta bağırmak, haykırmak istiyorum “Bırakın kadınların aynası hiç kırılmasın! Morlukları kapatmak için bir araç olmasın! Ağlayan gözleriyle yüzleşmek için kendilerini göstermesin! Bırakın, acılara siluet olmasın!”