Kardeşlerimle koşuştururken bir bahçede; tam düşerken tuttu beni. Meleklerden önce o yetişti anne. O yüzden bugün biraz onu anlatsam bana gönül koym

Kardeşlerimle koşuştururken bir bahçede; tam düşerken tuttu beni. Meleklerden önce o yetişti anne. O yüzden bugün biraz onu anlatsam bana gönül koymazsın, değil mi anne?
Hatırlıyor musun anne, ilk kez öğrenmiştiniz bizi. Sen öyle sevinçliyken ve yine için içine sığmazken babam seni eve getirmek yerine Eyüp’teki meşhur ‘Van Kahvaltı Salonuna’ götürmüştü. Siz sadece ‘bir’ biliyordunuz ama biz ‘üç’ kişiydik anne. Zaten siz de çok yakında öğrenecek ve her fırsatta ‘Canımızın Üçü’ diyecektiniz.
Günler ne de çabuk geçmişti anne. İlk kap atışlarımızı duyduğunuzda sen ağlamıştın anne. Ben hemen babama bakmıştım. O ağlamıyordu ama. Babalar ağlamaz mıydı anne?
Sonra o çok sevdiğin doktor vardı ya! Sahi adı neydi? Unuttuğum için özür dilerim anne. Ama sen hatırlarsın; Hani demişti ya; “Bunlar yaşamaz; ikisini alalım, biri kalsın.” Sen önce babama bakmış sonra elinle karnına dokunmuştun. Biz henüz tekme atamayacak kadar küçüktük. Ama bir nefesimiz vardı ve o küçücük nefesimizi tutmuş ağzından çıkacak cümleyi bekliyorduk. Ve sen “Hangisini seçmeliyim?” demiştin. Doktor utanmış ve susmuştu ama biz susmamıştık. Sen duydun mu bilmem ama avazımız çıktığı kadar bağırmış ve ‘Seni çok seviyoruz anne!’ demiştik.
Sonra sık sık doktora giderdiniz. Arabada hep ‘Bugün görüş günü’ derdin babama. O nedense susardı. Sahi babam niye öyleydi anne? Bizi ultrasonda her gördüğünde önce ağlar sonra sevinirdin. Ama babam hep arkada dururdu anne. Bir defasında göz göze geldik onunla. Yüzünde garip bir hüzün vardı anne. Oysa sevinçli olması gerekmez miydi? Hem niye bilmiyorum el salladı bana. Ben de salladım. Burdaki çocuklara da sordum ama hiçbiri bilmiyor. Sahi el sallamak nedir anne?
Biliyorum o akşamı hatırlamak istemezsin. Lütfen hatırlattığım için de kızma anne. Üçümüzü saatlerce incelemişti doktor. Çok yorulmuştun ama yine de çok mutluydun. Kardeşlerim Yavuz ve Yağız sapasağlamdılar. Ben de öyleydim ama bir tek kalbim delikti. Benimki niye delikti anne? Sonra yavaşça doğrulmuştu doktor ve sanki bizim duymamızı istemiyormuş gibi kısık bir sesle ‘Rahmin bunları daha fazla taşıyamaz!’ demişti. Ama biz duymuştuk anne. Birden bakışların donuklaşmıştı anne, ağlayamamıştın bile. Darılma ama ben yine babama bakmıştım anne. Hiçbir şey yokmuş gibi seni alıp hamburger yemeğe götürmüştü. Babam niye böyleydi anne? Bizi sevmiyor muydu yoksa?
Bizim için ameliyat bile oldun, günlerce hastanede de kaldın. Her şey yolundaymış gibi eve dönmüştün ama bir sabah kalktın ve ‘Bebeklerim’ dedin. Hızlıca bir hastaneye gittik. İlk defa o kadar çok ‘Bebeklerim’ demiştin ki üçümüz de endişelendik. O hep yan yana olan ve ha bire yaramazlık yapan Yavuz ve Yağız da susup korku dolu gözlerle bana baktılar. Ben de korkuyordum ama ben ablaydım. Sen hep öyle derdin ya! Tuttum ellerinden. Biliyor musun anne; el eleyken ayırdılar bizi. Ama öyle çok direndik ki. En çok da Yağız ağladı anne.
Sonra seni bir tekerlekli sandalyeye bindirip odadan çıkardılar. Biz kapı aralığından dışarıyı görebiliyorduk. Babam elinde bir gül ile bekliyordu. Gülü aldın ve ona sarıldın anne. Bütün bir hastane ‘Canımızın üçü gitti!’ feryadınla inledi. Ve sonra sen de gittin. İlk kez bizden gittin anne. Ben babam da gider diyordum ama gitmedi. Hızlıca içeri geldi ve doktor ona bir şeyler söyledi. Hatta bir yerde ‘Bir-iki hafta daha olsa kızı kurtarabilirdik’ dedi. Yani beni anne! Öyle bile olsa kardeşlerimden ayrılabilir miydim anne? Babam doktora bir şey diyecek oldu; önce yutkundu ama sonra nedense vazgeçti. Sadece ‘Çocuklarımı verin.’ Diyebildi.
Küçük bir bez üçümüze de yetmişti. Usulca bir kutuya koydu bizi. Babamın ellerini ilk kez o an hissettim anne. Öyle sıcaktı ki. Bide bizi hiç sarsmadı. Ardından bir araba ile çiçeklerle dolu bir mezarlığa gittik. Umarım bize darılmadın anne. Çünkü bu sensiz ilk gezintimizdi. Hiç incitmeden çıkardı kutudan bizi. İki mezar açılmıştı. Ama babam birini kapatıp üçümüzü de aynı mezara koydu. Elleri yine sıcacıktı ama bu kez titriyordu anne. Babaların eli titrer mi anne? Sonra gelenler bir bir giderken ‘Babam gitmez!’ diyordum. Ama babam da gitti anne.
O sensiz geçecek ilk günümüzdü anne! Derken melekler geldi. Bizi bezlerimizden çıkardılar, güzel kokular sürdüler. Hatta henüz azıcık olan saçlarımızı da taradılar. Bana ‘Annene benziyorsun.’ dedi birisi. Senin de gözlerin mavi mi anne? Yine el ele tutuştuk. Meğerse çocuklar ölünce cennete gidermiş anne. Tam bizi götürüyorlardı ki niyeyse durdum. Hatta ayağımı sürüdüm, gitmek istemedim anne. Derken babam geldi. O an niye gitmek istemediğimi anlamıştım. Mezarımıza kapandı ve biliyor musun anne, babalar da ağlıyormuş.
Kalktığında gözleri kıpkırmızı, elbiseleriyse çamur içinde kalmıştı. Elimi uzattım; paçasını sildim ve sonra yanağına doğru süzülen yaşlarına dokundum. Beni fark etmez diyordum ama ruhumu hissetti anne. Hissetti ve kulağıma eğilerek dedi ki; “Babalar ağlamaz kızım. Yalnızken bile ağlamaz.” Ama ağlıyordu anne.
Sonra senin iyi olduğunu söyledi. Kardeşlerimi de bana emanet etti. Ben yine de ‘gitmem’ diye diretince sık sık geleceğine dair söz verdi. Biliyor musun anne, babam sık sık gelir ve her defasında da hıçkıra hıçkıra ağlar.
Geçen yine geldi ve ‘Bu üçüncü anneler günü.’ dedi. Ben de bir kâğıt aldım elime ve istedim ki güzel bir şey yazayım. Ama hiçbir şey gelmedi aklıma. Sonra babama sordum, ‘Ne yazayım?’ diye. O söyledi, ben de yazdım:
“Burası cennet anne. Her şey var diyorlar ama bir şey eksik anne. Hem öyle bir eksik ki inan her şeye bedel. Biliyorum ki sen gelsen babam yarım kalır; gelmesen de biz. İyisi mi ikiniz de gelin anne, ikiniz de. Bekliyoruz…
Rüveyda/Yavuz/Yağız