BEN BEN BEN Kapıdaki, benim, der. Git der o zaman Mevlana. Burada iki kişiye yer yok. Mevlana’nın kapıyı açmamasına içerleyen dostu, gider am

BEN BEN BEN
Kapıdaki, benim, der. Git der o zaman Mevlana. Burada iki kişiye yer yok.
Mevlana’nın kapıyı açmamasına içerleyen dostu, gider ama bir gün sonra yine gelir. Gene sorar Mevlana.
Adam, benim, der yine ve yine açılmaz kapı. Gitmesini, evde iki kişiye yer olmadığını söyler Mevlana.
Çaresiz, çekip giden adam, iki gün sonra gene gelir. Kim o, diye sorar Mevlana. Ama bu defa adam, öyle bir cevap verir ki, o kapı açılır. Acaba ne işitir de Hz. Mevlana açar kapıyı? Benlikten, bencillikten uzak bir kelime elbette. Ben’in yerini alacak bir kelime: Benim, demez adam; bu sefer senim, der ve kapıdan girer içeri.
Bugün Mevlana’ya dair ne söylenmiyor ki, hangi gizli derin sözlerin altına onun ismi yazılmıyor ki? Çünkü o, tüm zamanların insanı, bilgeliği yüzyılları aşıp geleceğe taşan bir ışık kaynağı ve biz değil, o, zamanın ilerisinde, ona yetişmeye çalışanlar da bizleriz. Ama bu yazı, Mevlana üzerine değil. 1954 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Ernest Hemingway’in Altın Kitaplar Yayınevi tarafından Haziran 1992’de yayınlanmış Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanının 262.sayfasından aşağıdaki cümleler bu yazıya ilham verdi:
… “Dinle, bak. Ben senim, sen de bensin, ikimiz de kendimiz değil, ötekiyiz… Gerçekten bir değil miyiz biz? Bunu hissetmiyor musun?”
“Evet,” dedi. Robert Jordan. “Gerçekten de öyle.”
“Dinle bak. Benimkinden başka kalbin yok senin.”
“Ne de başka bir bacağım, ayağım ya da bedenim var.”
“Oysa başka başkayız biz.” dedi Maria. “Ama ikimizin de tümüyle aynı olmamızı isterdim.”
“Sahi mi?”
“… şimdi ikimiz bir olacağız, o zaman ayrı ayrı iki kişi kalmayacak. Sen yanımda bulunmasan da ben sen olacağım…”
Evet, sevgili okur, bu cümleler, bugünkü mutsuzluğumuzun altında yatan asıl sebep olup seneler evvel bir yerlerden okuduğum, belki dinlediğim Mevlana’nın yukarıdaki meselini hatırlattı bana. Mevlana’dan 700 sene sonra, kuvvetle muhtemel Mesnevi’den haberi olmamış Hemingway’in Mevlana gibi, kahramanı aracılığıyla ben’den söz etmesi neyle açıklanabilir? Evrensellikle sanırım. Çünkü “ben” bu çağın hastalığıdır. Hep bana rabbena, diye diye bu hale gelmedik mi? Paylaşmayı enayilik gibi gören bir toplum olma yolunda son sürat ilerlerken işte medyada sırf karşısındaki insana inandığı için ben değil, biz dediği için aptal yerine konan insan hikayeleri bizleri iyice benleştiriyor. Merak ediyorum, acaba daha ne kadar ben, ben, ben demeye devam edeceğiz. Ya benimsin ya kara toprağın, anlayışı eskiden bencil âşıkların kârıyken şimdi ise maddeye sahip olmayı tek mutluluk kaynağı gören pek çok insanın kârı olmuş. Lüküs hayat arzusu damarlarımızda ışık hızıyla dolaşıyor ve bizler ver Allah’ım ver, felsefesiyle daha fazlasını istiyoruz hep. Farkında mısınız bilmem, şu zamanda eskiyen tek şey hayret, vücutlarımız artık. Eşyalarımızın, anılarımızın, arkadaş ve dostlarımızın eskimesine müsaade etmiyoruz bile. Her şeyi yenileme arzusu, metaya sahip olmayı mutluluğu için şart gören insanı deli ediyor işte. Yahu, bilmem ne marka model telefonu daha 5-6 ay kullanmadan hangi gayrimeşru özellik eklenmiş diye aynı telefonu almak için kredi kartını alıp bayiye koşanların haline ancak acınır. Neyse, laf fazla dolandı farkındayım lakin diyeceğim odur ki, böyle olmamızın ardında dizginlenemez bir istekle ben de isterim, ben de ben de deyip çocuklar gibi kendi kendimizi yememiz var ki bunun ucu da yukarıdaki mesele dek gidiyor vesselam. Hangi kadim felsefeydi, mutlu olmak için isteklerimizi en aza indirmemizi öğütlüyordu? Fazlasıyla haklı bir düşünce… Belli ki istemek fiili akıl ve ruh sağlığı için her çağda tehlikeli.
Bir yemek önerisi: Kuru fasulye, pirinç pilavı, ev yoğurdu ve üstüne de en az bir saat Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Huzur. Şaka bir yana sevgili okur, bundan sonra her hafta sevdiğim “okumalık” kitaplardan tavsiyelerde bulunacağım. Bu hafta için Tanpınar’ın Huzur’u hiç de fena olmaz. Huzur bulmanız dileklerimle…