“El öpenlerin çok olsun evladım.” Yıllardır duymadığım bir sözdür. Balkan göçmeni olan dedem Ahmet Ziya Öner ve Kürt kökenli olan Karlıoval

“El öpenlerin çok olsun evladım.” Yıllardır duymadığım bir sözdür. Balkan göçmeni olan dedem Ahmet Ziya Öner ve Kürt kökenli olan Karlıovalı Annemin babası Kaya Özbek’in, iki farklı ziyarette, iki farklı şivede, iki farklı kültürde büyüdüğüm zamanlarda, onları ziyaret ettiğimiz çocukluğumun bayramlarında. Ben, kardeşim dedelerimin gülümseyen yüzleri ve heybetli sesleriyle, gülüşleriyle söyledikleri bu cümle ile karşılanırdık. Benim için, bayramı hatırlatan yegane cümle bu sebepten “el öpenlerin çok olsun evladımdır’’… Bu sözü söyleyen iki dedemi bu Kurban Bayramı’nda, yazımı hazırladığım şu saatlerde, hasretle anıyorum…
Günümüzde yaşadığımız bayramlar geçmişle kıyaslanacak cinsten değil. Hazindir… Eşim ile birlikte dokuz yaşında bir oğlumun olduğu kurduğumuz küçücük ailemizde, biz ne yazık ki bayram coşkusunu ve ihtişamını, bayram ruhunu pek çok ebeveyn gibi yeterince veremiyoruz oğlumuza. Bayram demek; tatil demek birazda. Neyse ki; Şükrettiğim bir şey var. Oğluma bayramları anlatan ve yaşatmaya çalışan “Bayramda kapı kapatılıp bir yere gidilmez. 3 gün evdeyim diyerek; Her Bayram aynı hevesle zeytinyağlı yaprak sarması ve börekler yaparak torunlarını bekleyen ve kabristan ziyaretlerini gerçekleştiren, bayramı fırsat bilip bir yerlere kaçarsak bize küsen ve bayramın 2. yada 3. gününde nereye gidecekseniz ancak o zaman gidin! diyen bir annem var. Böylece yaşamının 30 yılını yurt dışında geçirmiş olan Alman uyruklu eşimde bu geleneklere ayak uydurmaya çalışıyor. Ancak Kurban Bayram’larına eleştirel bakışını, pek çok insanın buzluklarına et istiflemesini, sokaklarda koşan büyük baş bir kurbanın peşinde elinde satır ile koşan insanları, onları horlayan, eziyet eden, incitici davranışları ve her kurban bayramında insanların öldüğü, ihmalin hızın dikkatsizliğin sebep olduğu katliam gibi kaza haberlerini anlamasını beklemiyorum elbette. Sen bir de seksenli yıllarda görseydin; İstanbul’un orta yerinde, mahallelerinde, boş arsalarda, avlularda, bahçelerde, hatta kaldırımlarda, mahallelerde çocukların yanında kesilirdi kurbanlar der ve geçmişi anlatır günümüzde ki şartların değiştiğini anlatırım ona.
Hepimizin çocukluk bayramlarına özel özlemle hatırladığı güzel adetler gelenekler vardır. Benim çocukluk bayramlarımda ben ve kardeşimin kapıları gezip, şeker, harçlık toplaması kati surette yasaktı. Bu yasak annem tarafından konulmuştu ve uyulmaması gibi bir seçenek zinhar düşünülemezdi. Biz mahallede şeker toplamadık. Apartman komşuları birbirilerine bayram ziyareti yapardı. Yaş hiyerarşisine göre. Çocuklar ki ben üç katlı ve önünde ki küçük bahçesinde pembe renkli akşam sefası adlı çiçeklerle dolu olan, İstanbul’un tarihi dokusu o dönemde çok bozulmamış Kocamustafapaşa semtinde, ceviz ve incir ağaçlarıyla dolu kocaman bir bahçesi olan Tekel Blokları adlı muhteşem bir apartmanda büyüdüm. Kurbanlar bu apartmanlara ait o kocaman arka bahçede kesilirdi. Komşularımızın hem kurban seçimini hem kurbanlıklarının kesimini bu konuda işinin ehli olan dedem, nam-ı diğer Kürt Kaya keserdi. Kurban kesiminde aman! Çocuklar görmesin diye bir kural yoktu. Sabah namazından sonra bu işlere başlardı dedem. Ancak benim aklımda kalmış tek bir dramatik kurban kesimi ve kanlı sahne yok. Ölüm, cenaze, mevlit, kurban kesimi, bunlar doğal, hayatın içinde ki ritüeller olarak benimsenmişti.
En belirgin hatırladığım ve çok özlediğim anlardan biri de Bayram kahvaltılarıdır. Bu kahvaltılar; Balkan göçmeni olan dedem, namı diğer Sarı Ahmet’in evinde yaşanırdı. Arnavut börekçi Malik Usta’dan tepsiyle yaptırılmış olan, bol tereyağlı su börekleri ve talaş börekleri, ve dedemin kendi elleriyle seçtiği ve kendisinin yaptığı, yazdan kalma domates reçelleri ile tüm aile kahvaltıda buluşurdu. Kahvaltıdan sonra gelenekti ailenin kadınları ciğer kavurur, komşulara ve ihtiyaç sahiplerine ayrılacak kurban etini böler, hazırlarlardı.. Uzaktan gelen misafirlere yemek ikram etmek şarttı. Yakından gelen komşu, eşe, dosta ise baklava. Mutfak tezgahının üzerinde halam ve babaannemin bayram öncesi hazırladıkları cevizli ev baklavaları ve babaannemin meşhur yalancı dolmaları ve sarmaları olurdu. Bizlere verilen mendiller ve harçlıklar olurdu. O dönemin bilinen birkaç çocuk giyim mağazasından yada terzi olan Annem ve teyzemin diktiği elbiselerle ve yeni ayakkabılarla girerdim o kalabalık, bereketli, güzel, kalabalık ve şölen gibi yaşadığımız, akraba ziyaretlerine gidilen bayramlara. Bu süs püs merakım o yıllarda da hep vardı. Dedemin ve babamın çilingir sofraları meşhurdu. Onlar Balkanlı bir aileye mensuptu. Ancak asla kurban etiyle içki içmezlerdi. Böyle bir ikramı hakaret, çiğlik sayarlardı. Dediğim gibi ben şanslı bir çocuktum. Bayramları İki farklı ailede yaşadım. Babamın büyük teyzesini ziyarete gittiğimizde ise o, misafirlerine badem şekeri, Türk kahvesi ve Nane likörü ikram ederdi. O dönemlerde maalesef çocukların yanında sigara içilirdi. Sehpa üzerinde kadınlar için çiçekli, ince sarılmış Eve yada More erkeklere puro ikram edilirdi. Annemin akrabaları ise mutaaasıpdı. Ataerkil bir düzen içinde önce kalabalık doğu erkeklerine sonra kadın ve çocuklara yemek hazırlanır ve Elazığlı olan anneannemin abisini, aşiretlerinin beyi olan büyük dayılarını köşkünde ziyaret ederlerdi. Dedem Kaya, bu ziyaretlere katılmazdı. İşte böyleydi benim güzel, renkli, kocaman bir yanı Alevi bir yanı Sünni olan Annem ve Balkan göçmeni Babamın kökleriyle yaşadığım bayramlar. Ah! bir de; Annemin, o dönemin meşhur markalarından Yahudi kökenli bir tekstil şirketinin çalışanı olduğu ve bay Harun’lu, Bay Moşe ve Bay Benjamin’li anılar var ki hangisini yazayım? Sütunlar yetmez ki…
Ben insanların birbirlerine saygı duyduğu, tüm inançların kardeşlik içinde yaşadığı, farklı olanın kabul gördüğü renkli ve insancıl bir dünyada yaşadım. Evet bu insanlar şimdi yoklar. Yaşamıyorlar…Hayat sonsuz değil… Ama inanın hayal de değillerdi. Bizler geçmişte çok zengin olmasak da şölen gibi sofralarımız, emek harcanarak hazırlanmış giysilerimiz, farklı kültürlerden yemeklerimiz, Kırmızıya boyanmış yumurtalar ve paskalya çöreklerini biz çocuklara ikram eden gayrimüslim komşularımız, hak yemeyen asla dini ve milli günlerinde, cenazelerinde ve hastalıklarında onları yalnız bırakmayan, yüz küsur personelinin tek tek şoförlerine kadar adını bilen sanayicilerimiz vardı. Şanslıyım ki onları tanıdım ben. Farklılıklar zenginliğimizdir diye bir laf var ya şimdilerde hakikatten öyleymiş…
Tek ihtiyacımız hoşgörü ve insancıl olmaktır. İnsan yetiştirmede ki tek kriter ise Ağacın yaşken eğileceğidir. Ötesinde çok da bir şey konulamıyor o temelin üzerine…
Bu bayram ben artık her şeyin olduğu; Gökdelenler, rezidanslar, AVM’ler, büyük caddeler, köprüler, çıkılan seyahatler, parmağımızın ucunda ki bilgi ve iletişim kaynaklarına rağmen mutlu insanlar olduğumuzu düşünmüyorum. İnanın On dört katlı beş bloktan oluşan bir sitede asansörde selamlaşmadan ibaret bir insan ilişkileri içinde, herkesin ne çok her şeyi bildiği, fakat kendini bilmediği, ilime irfana değer verilmediği bir dünyada geçmişi ve o bayramları ama en çok da o insanları özlüyorum… Yokluğu da varlığı da yaşamış, görgülü, kadirşinas insanların varlığını; kederlenerek özlüyorum..
Hepimizin Bayramı kutlu olsun haftaya görüşünceye değin sevgiyle kalın derken bir mezar taşında okuduğum rahmetli Adnan Şenses’in bir şarkısının da sözleri olmuş olduğunu sonradan öğrendiğim ve çok etkilendiğim şu sözleri, yaz bir kenara lazım olur sözlerinde paylaşmak istiyorum…
Dünya malı, dünyaya kalıyor….Baki olan huzur, sevgi, iyi anılmak…
YAZ BİR KENARA LAZIM OLUR…

Mal bıraktın, Mülk bıraktın, Üşüştük…
Kavga ile Niza ile bölüştük…
Üç, beş karış toprak için dövüştük…
Mezarında huzur ile yat baba…
Evlatların etsinler diye rahat,
Satmadın da geçindin
Kıtkanaat…
Evladından sana olsun nasihat…
O dünya’da malın varsa;
Sat Baba…