Hiç yeni bir şey yokmuş, her şey aynıymış gibi Ga… Pastanesi’nin önünde belediye otobüsünden inip insan suretleri arasında yürüdüm ve ana yol

Hiç yeni bir şey yokmuş, her şey aynıymış gibi Ga… Pastanesi’nin önünde belediye otobüsünden inip insan suretleri arasında yürüdüm ve ana yoldan karşıya geçtim. Hikaye de o andan sonra başladı zaten. Gü… büfecisinin sakin yüzüne mutlaka bir an baktıktan sonra ayakkabı boyacılarının sıralandığı altgeçidin karşısındaki geniş kaldırıma geldim ve ağır bir yeşile boyalı eski trafo damının önünde onu gördüm. Bir an gördüm ilkin. O bir an bile zihnime öyle unutulmaz bir şekilde kazındı ki sonraki anlarda belki üç defa daha dönüp baktım ama her seferinde o ilk anı gördüm. Hayatın garipliği yetmiyormuş gibi saat 07.23’teki anla gariplik daha bir arttı.
Onu gördüğüm o an, gerçekten de çok kısa idi. İki üç kere dönüp bakmamı toplasak bile hepi topu on, on iki saniye ederdi ki bu da Buda’dan beri zamanın şimdiye dekki akışı içinde okyanusta anca bir katre hükmündeydi. Ama o andan nasıl bu denli etkilenebilmiştim ya da şöyle sorayım: Bir resim nasıl böyle tesirli olabilirdi? Bir manzaranın etkisi nereden gelirdi? Hüzün mü, yalnızlık mı, acı yahut keder mi hangisi? Ne olduğunu tam söyleyemesem de hüzün ve acı karışımı bir şeydi beni etkileyen?
Başımı son kez çevirip baktığım o anda aklımdan bir sürü şey geçti. Onun bu hali karşısında niye bu kadar kayıtsızsın hâlâ? Niye dönüp oraya gitmiyor, bir şeyler yapmıyorsun? Nasıl bu kadar ruhsuz olabiliyorsun, diye sordum kendim bildiğim birine. Durmayacağım, dahası onunla ilgilenmeyeceğimi çok iyi biliyordum. Bu düşünceler, ufalmış vicdanımı rahatlatmak için başvurduğum zihin oyunlarından başka bir şey değildi, farkındaydım. Gerçi etrafımda hep bir yerlere yetişme telaşıyla bakarkör giden insanların da çoğu onu fark etmemişti. Son zamanlarda zaten en genel geçer meziyet olmuştu fark etmeden yaşamak. Modern çağın felsefesiydi; hatta yanı başında ne olursa olsun görmeden, duymadan, bilmeden, maymunlar içindeymiş gibi yaşamak toplumda bulaşıcı bir hastalığa benzer yayılırken misalleri de haber bültenlerinde çıkıyordu gün yüzüne. Geçici bir güçlü, kalıcı zayıfın birini temiz temiz döverken birkaç metre ilerideki bankta istifini bozmadan oturan iki şahsiyet, her şey olup bittikten sonra arkalarına yaslanıp atılan dayağın felsefesine dair konuşmayı da ihmal etmiyorlardı. O kadar seyredince birkaç söz etme hakları da oluyordu tabii.
Onu yeşil duvarın dibinde bırakıp kendi dünyama dönerken ona dair zihnimde kareler canlanıverdi yine. Bir an -yine bir an- kendimi zamandan ve mekandan çıkarıp onun yanına gittiğimi hayal ettim. Gidip tam yanına oturduğumu, beni yadırgayan insanlara aldırmadan bir süre orada kaldığımı düşündüm. Bir müddet öylece oturacak ve sonra benimle konuşmayacağını bile bile onunla konuşmaya çalışacaktım. Kim bilir, konuşurdu belki de ve o acayip ağzını açıp söze şöyle başlardı: İnsanlık ölmüş… İşte bu kadim cümle belki saatler sürecek bir sohbetin de fitilini ateşlerdi. İnsanlık neden ölmüş, diye cevabını bildiğim bir soruyu sırf bir kez de ondan işitmek için sorardım mesela.
Yanına oturdum; o yaşlı, hasta yüzüne bakarak insanlık neden ölmüş, diye sordum.
Bir insan olduğun için bunu en iyi sen bilirsin, dedi ve devam etti: Halimi görüyor musun, adım atacak mecalim kalmış mı? Heyhat, gençken rüzgar bile yetişemezdi ardımdan. Şimdi ise sokak kedilerinin maskarası olmuşum. Bilirim, ömrümün son demleridir artık. Şiirden, sanattan anlamamam ne acı. Oysa şu halimi en iyi bir şiir anlatırdı. Elindeki kitaba bakılırsa anlıyorsun bu işlerden.
Biraz anlarım, dedim.
Söyle o vakit, dedi tepeden bakan insanlara dişlerini göstererek.
*“Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”
Vay, vav, havvv… diye garip sesler çıkardı. Bir daha söyle, dedi.
Beyiti tekrar ettim, o iyice dikilmiş kulağına doğru.
Nefes alırken inler gibi sesler çıkardı. Ciğerleri hastaydı sanırım. Başını kaldırıp bir nefes daha alınca acayip seslerle öksürmeye başladı. O öksürürken biraz yakınımızdan geçen adam, akıma kapılmış gibi kaçıverdi.
Ah, insan, dedi soluğu sakinleşince.
İnsanın insana bu kadar yabancılaştığı bir çağ daha var mıdır acaba? Kendini görmeye, tanımaya bile vakti kalmamış insanın. Nerde ki görsün beni? Kendinizden başka kimseyi görmediğiniz için gün gelecek, kurtuluşu yok, kör olacaksınız.
Bu körlükten kurtulmanın bir yolu yok mu, dedim o acı çeken haline bakıp.
Kendini bilmekten başka çare yok, dedi ve ayakta duramadığı için yere çökerken hırlar gibi fısıldadı: İnsanın kalbiyle bir işi kalmadı pek, varsa yoksa akıl, diyor. Kalbini tamamen çıkardı aradan; kuru bir akıl kaldı geriye. Aklı var olan da benden fazla ne görüyor ki? Şu gözlerimle benim gördüklerimi görselerdi çıldırırlardı muhakkak.
Son sözleri onu o kadar yormuştu ki ilkinden de beter bir öksürüğe tutuldu. Beni bile korkutan sesler çıkararak durmamacasına öksürüp acıdan inlerken dalgınlığından neredeyse dibimizden geçen kerli ferli bir adam, hoşt hoşt, diye bastonunu kaldırınca suratıma bakıp iyice çöktü yerine. Sessizce kalktım yanından. O güzel ama kirli tüylerini, yorgun başını okşayabilirdim, ona acıyabilirdim de. Ama hiçbirine lüzum yoktu, zaten aklım da o pis gövdeye dokunmamı reddediyordu. Kalkıp iki adım attım, iki kere havladı. Bir an durdum. Ne dediğini anlamak zor değildi. İnsanların arasından yeniden yürürken ben de onun gibi düşünüyordum, haklıydı, insanlık ölmüştü.
*Yahya Kemal BEYATLI