1950 yılında Kore savaşına katılmış olan Türk Askerlerinden Süleyman Astsubayın, ailesi savaşta öldürülmüş, kimsesi olmayan küçük bir Koreli

1950 yılında Kore savaşına katılmış olan Türk Askerlerinden Süleyman Astsubayın, ailesi savaşta öldürülmüş, kimsesi olmayan küçük bir Koreli kızı korumaya aldığı öyküyü anlatan “AYLA” filmini, izlediğimde BİR ZAMANLAR NE GÜZELMİŞİZ!!! Diye düşünmeden edemedim.

Bir yandan duygu seli içinde filmi izlerken, öte yandan geçen yılların, Türk Milletinden neleri alıp götürdüğünü düşünmeden edemedim... Bugün olsa, Yeniçağ gazetesinden Batuhan ÇOLAK’ın yazısında “BİZ ORTADOĞULULAŞMAYA DEĞİL, İNSANLIKTAN ÇIKMAYA BAŞLADIK” cümlesini hatırlayınca, hem de bir kız çocuğun, din adamı görüntülü o sapık ruhlu ahlaksızların elinde başına neler gelbileceğini” düşünmek bile istemiyorum.

Filmde, Türk insanının vicdanında olgunlaşan, samimiyet ve iyi niyetle harmanlanan, şevkat, merhamet, yardımseverlik,  insanlık ve erdemin zirve yaptığı gerçek hayatta yaşanmış bir öykü anlatılıyor.

Süleyman Astsubay, Çinlilere karşı verdikleri mücadele esnasında rastlar bu küçük kıza. Süleyman, savaş alanında gidecek hiçbir yeri olmadığını öğrendiği çocuğu yanına alır. Karla kaplı alanda soğukta büzülmüş bir halde bulur küçük kızı. Kimsesizdir, çünkü anne ve babası Çinliler tarafından öldürülmüştür. Savaş sürerken tam bir buçuk yıl boyunca Ayla'yı yanından ayırmaz ve ona babalık yapar genç Süleyman.

Ülkeden ayrılma vakti geldiğinde kızı olarak benimsediği Ayla'yı yanında götürmek ister Süleyman, ama şartlar izin vermez. Elden çare gelmeyince Ayla'yı bir yetimhane okuluna bırakmak zorunda kalır ve baba-kız istemeyerek de olsa ayrılır.

Ayla bir kez daha ailesini kaybeder o gün.

Her insanın doğasında olması gereken, dinlerin zaten temel felsefesi olan insan sevgisi, şevkat, merhamet, vicdani sorumluluk, yardımcı olma duygusu gibi tüm insani değerleri gördüğümüz Süleyman Astsubayın şahsında Türk Milletinin asil karakterini izlerken duygulandık...

Bu arada günümüzdeki Türkiye’ye bakınca manzara hiç te hoş görünmüyor. Bazı cemaat ve tarikat yurtlarından ve kurslarından basına yansıyan erkek çocuklara bile tecavüz gibi son derece iğrenç, sapıkça, ahlaksızca, vicdansızca olayların varlığı beni derinden sarsıyor... Her alanda yaygınlaşan yolsuzluk, usulsüzlük, haksızlık iddiaları, “bizden-bizden olmayan” ayrımı, ötekileştirme, ayrıştırma gibi insanımızı birbirine düşmanlaştıran tutum ve düşünceler, kadına, çocuklara, hayvanlara, taciz ve tecavüz haberleri, insanı şok eden vahşice işlenmiş cinayetler, her olayda konuşarak anlaşmak yerine silahların konuşması, kaybolan komşuluk, akrabalık ilişkileri ve her türlü insani ve ahlaki değerimizi özlemle arıyoruz.

Kaybolan tüm güzel değerlerimiz, bugün  bazı çevreler tarafından kendilerince eleştirilen eski Türkiye’de fazlasıyla mevcuttu...

Mutluyduk, geleceğe güvenle bakıyorduk, umutluyduk, inanıyor ve büyük bir iştahla kaldırdığımız andımızdaki gibi, “TÜRK’TÜK, DOĞRUYDUK, ÇALIŞKANDIK, KÜÇÜKLERİMİZİ SEVİYOR, BÜYÜKLERİMİZİ SAYIYORDUK...”  Ve o zamanlar biz İNSANDIK... 

Özlüyoruz insan gibi insan olmayı, birbirimiz sevip saymayı, medeniyeti, ahlaklı ve erdemli olmayı...