İnsan kâinatın en eşrefi / en şereflisi ve esbap / sebepler içinde, ihtiyarı / irade ve tercihi / kendi istek ve arzularına göre hareket etmesi, en geniş olanıdır. Böyle olduğu halde, ihtiyarî / isteğe bağlı fiilleri içinde yemek ve içmek gibi en basit / sıradan bir iş ve hareketlerinde, yüz kısmından ancak bir kısmı insana ait olabilir.

     Nitekim, ağzına aldığı bir yiyeceği; biraz çiğner, sonra yutar. Artık midede ne olur ne biter, hazımdan sonra hangi uzuv ve organların ihtiyacına göre, nereye nasıl ve ne şekilde ve kimler tarafından sevk edilir ve gönderilir; bütün bunları ne bilir, ne de bu konularda söz sahibidir.

     Esbap / sebep ve vasıtaların / araçların sultanı olan; hepsi kendisine, kendisini karıştırmadan hizmet eden böyle bir insan; böyle eli kolu bağlı olarak, tesir ve etkiden uzak olursa; öteki camit / cansız maddî sebep ve vasıtalar; kendilerine buyruk olmadıkları halde ne yapabilirler? Bu işlere nasıl ortak olur, nasıl karışırlar?

     x

      İnsanın vücûdu / bedeni ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin yapmış olduğu bir sanat eseri değildir. O vücûdu yolda bulmuş lâkita / atılmış, sahipsiz bir mal olarak temellük etmiş / sahiplenerek kendine mal etmiş de değildir.

     Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da, insan onu almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu / içerdiği garip sanat, acip nakışların şahadetiyle; Hakîm bir Sâni’in / Hikmet sahibi, sanatla yaratan bir Yaratıcı’nın dest-i kudretinden / kudret elinden çıkmış kıymettar / kıymetli bir hane / evdir. İşte insan, o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan / tasarruf ve hareketlerden, ancak bir tanesi insana aittir.

     Böylece, insan; esbap / sebep ve vasıtalar içinde en eşref / en şerefli, en iyi, en güzel, en kuvvetli bir ihtiyar / seçme ve tercih kabiliyetine sahip iken, kişinin kendi isteğiyle yaptığı işler; kişinin kendi ihtiyarî / seçici fiilleri namıyla kendisine ait zannettiği / saydığı ef’alin / fiil ve işlerin ekl / yeme, şürb / içme gibi en basit ve sıradan bir fiilin husulünde / meydana gelmesinde; -yukarıda geçtiği gibi- yüz cüz’ünden / yüz kısmından ancak bir cüz’ü / bir kısmı insana aittir.

     Evet, insanın elindeki ihtiyar / irade, tercih, kendi istek ve arzularına göre hareket etmesi çok dardır. Havâss / hasse, duyu ve duygularının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semere / güzel sonuçlarını ihata edemez / kuşatıp içine alamaz. Bunlar bu kadar büyük iken, nasıl olur da, bunları ihtiyar dairesi / kendi seçme, istek ve tercih dairesi içinde gösterip, onlarla iftihar edip öğünüyorsun?

     Şuurî / şuurluca, bilinçli şekilde olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurlu oldukları halde, senin şuurun bu yapılanlara taallûk etmediğinden / onlarla bir alâka ve münasebet kuramadığından; anlaşılır ki, o fiillerin faili / yapanı sen değil; bir Sân’i-i Zîşuur / Sanatkârane, Sanatlı Bir Şekilde Yaratan Bir Yaratıcı yani Yüce Allah’tır. 

     Demek ki, fâil / fiili işleyen, yapan ve tesir eden / etkileyen sen değilsin. Senin sebep ve vasıtaların da değildir.

     İşte bütün bunlardan ötürü, ey insan olan insan! Malikiyet / maliklik ve sahiplik dâvasından vazgeç.

     Kendini mehasin / güzellik, iyilik ve kemalâtın / olgunluk ve mükemmelliklerin mastarı / kaynağı ve çıktığı yer olarak görme.

     Kat’iyyen / kesin olarak bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü sû-i ihtiyarınla / kötü ve hatâlı seçiminle, sana verilen kemalâtı / fazilet, olgunluk ve mükemmellikleri bile tağyir ediyor / başkalaştırıp değiştiriyorsun!

     Senin hanen / evin ve meskenin hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. 

     Mehasinin / sahip olduğun güzellikler hep mevhûbe / sana ihsan edilmiş / verilmiş ve bağışlanmış olan şeylerdir.

     Seyyiatın / yaptığın seyyie, fenalık ve kötülükler ise, meksûbe / senin bizzat kendi elinle kazandıklarındır.