1897 baharında Yunanlılarla savaş başlamıştı.  Yunanlıların, Osmanlı’da yaşayan Rumları kışkırtması ve isyana teşviki bir son bulmalıydı.

1897 baharında Yunanlılarla savaş başlamıştı. 

Yunanlıların, Osmanlı’da yaşayan Rumları kışkırtması ve isyana teşviki bir son bulmalıydı.

Ülkede seferberlik ilan edildi. Gençler kına yakılarak askere uğurlandı. Gönüllü müfrezeler oluştu. Osmanlı ordusu Teselya’da şimşek gibi çakıyordu. Rumeli’de, Türk’lere sürekli baskınlar yapan Yunan çeteler Yunan ordusunu da yönlendiriyordu. Savaş patika ve dağlarda geçiyordu.  Ama lehimize sonuçlanıyor, Yunan askerleri gerilere çekiliyordu. Namı değer “Otuz gün savaşında” bir ay içinde bizden alınan bir çok şehri geri almıştık bile… Savaşı kazanmak üzereydik. Yunan ordusunda düzen, nizam kalmamıştı. Yunan çeteler yok olmuştu. Atina’ya ulaşmaya ramak kalmıştı… Ama Rus çarı, II. Abdülhamid’ten savaşın durmasını talep etti!.. Ardından diğer Avrupa ülkeleri de daha fazla ilerlemememizi, durmamızı istedi!.. 

Ve 19 Mayıs günü savaş durdu, mütareke imzalandı… Geri aldığımız Yunan topraklarından öylece çıkıverdik…

Yunanlar bizden kurtuldu ama sözde kurtarıcıları Rusya ve Avrupa’ya taviz vermek zorunda kaldı… Ama topraklarını kurtardı. Fakat sancılı yılların şimdi başladığını fark edemediler. Otur dendiğinde oturur, kalk dendiğinde kalkar oldular…

Aynı zamanda bu savaş, küçük Mustafa Kemal’in gördüğü ilk savaştı. Henüz Manastır’da askeri lise de okuyordu… Ve durmaması gereken bu savaşın durmasına, Türk halkı gibi o da bir türlü anlam veremiyordu… Bu savaşın neden durduğunu öğretmenlerine soruyor, fakat cevap alamıyordu. Öğretmelerinin de bu konuda bir fikri yoktu. Liseli Mustafa Kemal’de anlamlandıramıştı. 

İşte o gün, 19 Mayıs 1897 günü Türk halkı üzgün ve şaşkındı… Gelen haberleri sorguluyor, haber kaynağının yanlış olup olamayacağını tartışıyordu. Ama maalesef doğruydu… 

Yıllar, yılları kovaladı, zaman aktı geçti. Ve tam 22 sene sonra, 38 yaşında bir general aynı gün yani 19 Mayıs 1919’da, vatanın kurtuluşu için Anadolu’ya adım attı. Bu ilahi adaletin bir tecellisi miydi?.. Belki… Ama belki de 15 Mayıs 1919’da yine Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin yönlendirmesiyle İzmir’e giren Yunan ordularına stratejik bir cevaptı… 

Çünkü İzmir’e çıkan Yunan orduları Anadolu’da adeta geçmişin hıncını alıyordu… Yunan askerleri değil, adeta Yunan çeteleri İzmir’den girmişti. Yaptıkları sadece savaş ile açıklanamazdı. Bunun uluslararası literatürde tek bir adı vardı; Soykırım… 

Çok korktuğun bir şeyi, yakaladığın ilk fırsatta ve hızlıca yok etmek istersin, kaçırmak istemezsin ya! İşte bu ruh halindeydiler… Hiçbir uluslararası savaş kurallarına uymayacak acımasızlık sergiliyorlardı.

Çoluk, çocuk, hamile, kadın, yaşlı demeden süngüden geçiriyorlardı. Köyleri bir bir basıyor ve para ya da altın istiyorlardı. Verebilen sağ kalıyor, veremeyen süngüleniyordu. Tam bir eşkıya düzeni kurmuşlardı. Orayı terk eden Yunan askerlerinin yerine, bir süre sonra başka Yunan askeri geliyordu. Ve onlarda altın istiyordu. Verebilen sağ kalıyor, veremeyen süngüleniyordu. Ardından bu tekrar, bir daha tekrarlanıyordu. Halk’ta para, pul kalmamıştı. Kaçabilen Türk halkı, çiftçisi dağlara kaçtı. 

Kaçtılar kaçmasına ama hayatta kalabilenlerin psikolojisi çok bozulmuştu. Gözleri inanılmayacak görüntülere şahit olmuştu… Bir ağacın altında kısa süreli uykuya dalabilenler, sayıklamaya başlıyor, rüyalarında bağırıyorlardı… 

Köyler yanıp, kül olmuştu. Adeta harabeye dönmüştü… Yanarak can veren çocukların, kadınların kokuları tüm Anadolu’ya yayıldı… Halide Edib, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Mehmet Asım büyük taarruzun ardından gidip gördüklerini, yazdıkları kitapta şöyle anlatıyorlar; Hamile bir anne kaçamamış, bir evin bahçesinde yakalanmıştı. Oracıkta süngülendi. Ama yetinmemişti Yunan askeri, çocuğu karnından çıkardı ve onuda süngüledi… Yaşanan acılar tarifsizdi… Anadolu toprakları anne ve çocukların kanlarıyla kıpkırmızıydı.

Bir yandan da İstanbul’un ikinci kez işgal edildiği haberleri geliyordu. İstanbul’da karargâhlar basılıyor. Askerler meydanlara çıkartılıp vuruluyordu. O Cuma günü, padişahımızın cuma selamlığına çıkıp çıkamayacağı bile İngilizlere sorulmuştu… İşgal sadece topraklarımıza değil, dinimize, kültürümüze, dilimize de yapılmaktaydı…

Hepimizin bildiği 19 Mayıs 1919 sonrası yaşanan sürecin sonunda, Büyük Taarruz ile Yunanlar tekrar püskürtüldü… Bu sefer denize döküldü… Halk kurtuldu. Yeni kurulan düzenli ordumuz, mehmetçiğimiz geçtiği her ilde, ilçede halkı tarafından bağrına basılıyordu. 

Yunan “19 Mayıs” mesajını almıştı… Lâkin acılarımız unutulamıyordu… Sokaklar, yalınayak dolaşan insanlarla, çocuklarla doluydu. Halk soyulmuş, evleri, yiyecekleri yakılmıştı. Beslenme sorunu vardı. Bir yandan da kesilmiş, yanmış karısını, çocuğunu, komşusunu kıpkırmızı toprağa defnediyordu…  

Bu dayanılmaz acı, ocaklara düşmüş bu ateş hayatta kalabilen halkı iyice pişirdi, olgunlaştırdı… Birlik ve beraberlik kısa sürede güçlenmelerini sağladı. Başlangıçta intikam duygusu ile karışık bu azim, kısa sürede meyvesini verdi. İlk on yılda bir çok fabrika, liman kuruldu. Maden ocaklarımız son sürat çalışıyor, petrol çıkartılıyordu. Uçak fabrikamız kurulmuş, imalat son hız devam ediyordu. Artık Avrupa’ya uçak satıyorduk… Yokluklar içerisindeydik ama tren raylarını her yere döşemiştik…

İntikam duygumuz azalmadı. Ama zamanla yerini başka bir duygu kapladı… 

Güçlü ekonomi ile savaş… 

Onlara ekonomik üstünlük sağlayacak ve esaret altına alacaktık… Fabrikalar yeni kalelerimizdi. Ülkemizi, halkımızı koruyup, kötülüklerden kollayan kaleleri satmak, akıldan bile geçirilemezdi… Çünkü işlevi artırılmış, daha fazla gelişmiş fabrikaların, yani kalelerin aynı zamanda yeri geldiğinde hucüm silahı olduğunu biliyorduk. Kısa zaman sonra diğer ülkelere borç vererek, ürün satarak imtiyazlar alabilirdik. Gelişmiş Avrupa ülkeleri durumun farkındaydı. Ama halkın ve her yönden zengin toprakların bu iç gelişimini engelleyemiyor, durduramıyorlardı…  İçeriye fitne, ajan sokmaya çalışıyor ama yapamıyorlardı. Ülke’nin hiç borcu yoktu. Hatta var olan Osmanlı borçları bile ödendi. 

Her alanda hızla geliştik, güçlendik… İşimize, içimize müdahil olamadılar. Ta ki 1950’lere ve Nato’ya kadar… Muhtemelen onlarda boş durmamış. “Bu kaleleri nasıl yıkarız?”ın planlarını yapmış. Nato sonrası yaşanan bambaşka süreçler… Falanlar, filanlar… 

Ama Türk’ü soykırıma kalkışan Yunanlar; 19 Mayıs’ı tarihini hiç sevmedi… Çanakkale boğazına zırhlı gemilerle giren komutan Hamilton’un karşısına, cesaret tepesinden ve hiçbir zırha bürünmeden dikilen… Ve burada “Vücudum cansız olarak çiğnenmedikçe, Hamilton’un ordusunun  bir adım ilerlemesine katiyen müsaade etmeyeceğim” diyen, ardından Yunan’lıları İzmir’de denize döken orduya komuta eden Atatürk’ü de hiç sevmedi… 

Maalesef ki bu yaşanmışlıkların ardından Yunan’a övgüler düzenler çıktı. Atatürk’e hakaret edenler oldu. Galiba bu durum, aynı zamanda “özün ifşası”… Bu işgal dönemlerinde Ermeni ve Rumların sıkça yaptıkları gibi “kahrolun” nidalarından tamamen farksız…

Kim ne derse desin… Vicdan birgün yolları mutlaka aydınlatır. Hatta aydınlanma cesaretine herkesi adeta mecbur kılar. Ve birgün tekrar gerekirse bu millet ve bu can, tam da o pırıltılı 19 Mayıs’ta bir daha, bir daha, bir daha doğar…