Cumhuriyet kurulmakla (29 Ekim 1923) güzel bir zemin / ortam müheyya oldu / hazır hâle geldi. Mümehhet oldu; milletin önünde serilmiş ve döşenmiş ol

Cumhuriyet kurulmakla (29 Ekim 1923) güzel bir zemin / ortam müheyya oldu / hazır hâle geldi.

Mümehhet oldu; milletin önünde serilmiş ve döşenmiş oldu.

İlk adım Meşrutiyet’le atılmıştı. Şimdi ise, Cumhuriyet’le atılıyordu. Adına ne derseniz deyin.

Çünkü “Tebeddülü esma ile hakaik tebeddül etmez.”

Yani isimlerin değişmesiyle hakikatler ve gerçekler değişmez.

Ayrıca, mahiyet ve içeriği, ismine lâyık olmayan bir uygulama da kabul edilmez.

Çünkü Güneş balçıkla sıvanmaz. Fakat yanlış uygulandı diye de taşıdığı isme karşı çıkılmaz.

Bilakis ismin gerektirdiklerini; ona lâyık mecrasına hep birlikte oturtmaya çalışmak gerekir.

Demek ki, eski uygulamalara bakarak yani Meşrutiyet’ten sonraki  yakışıksız tatbikatlar;

Bizleri doğru ve hak yoldan ayırmamalı, alıkoymamalı.

Nitekim bir zamanlar Meşrutiyet bir fırkanın / bir partinin istibdadından ibaret sanılmıştı.

Zannettiğimiz gibi ne Meşrutiyet ne de Cumhuriyet çirkin değildir.

Kaldı ki, güzel çiçekler baharda vücutpezir olur / vücuda gelir.

Rahmet-i İlâhiye / Allahın sonsuz rahmetinin şe’nindendir yani icaplarındandır ki,

Cumhuriyet sayesinde ve onun ortamında milletin sefaleti, yoksulluğu; nihayet-pezir olsun /

Nihayete ersin, son bulsun. Bununla beraber, kim dese ki: “Zaman bütün bütün berbat oldu.”

Deyip de eskisine, eskiye, geçmişe temayül ve meyil gösterse;

Bilmediği halde İslâmiyete, Kur’ana ve Hadislere

Muhalefet ediyor, karşı çıkıyor demektir.

Cumhuriyete karşı çıkıştan, ona zıt görüş sahibi oluştan,

-Bir de bu muhalif oluşu- güya İslâmiyet namına yaptığını sanıştan ise;

Ancak İslâm âleminde çok yanlış bir anlayış ve düşüncenin neş’et etmesine,

Meydana gelmesine yol açmış olur ve zaten olmuştur.

Çünkü Cumhuriyet öncesi yanlış, yersiz

Ve İslâma zıt uygulanışların menba ve kaynağının da güya İslâmdan oluşunu;

İster istemez teyit etmiş, doğrulamış oluyoruz!

Çünkü İslâmiyet ser-levhasıyla yapılan gayri İslâmî uygulamaları

İslâma mal etmiş olmakla,

İslâmiyete en büyük kötülüğü -bilmeyerek- de olsa yapmış oluyoruz ve zaten yapmışız!

Halbuki bilmemek mazeret değil.

Kaldı ki, bizim İslâmî hakikatleri bilmeyişimiz;

Başımızdakileri bizlere müstebit kılmış.

Baskıcı istibdat rejimini şuursuzca başımıza musallat etmişdir.

Böylece, Ecnebi ve Yabancıların;

Devlet ve milletin İslâmî hüviyetle yaptığı seyyiet, kötülük ve fenalıkların;

İslâmiyetten ileri geliyor sanışlarına sebebiyet vermiş olduk!

İslâmiyeti çok yanlış anlamalarına; bizler evet ne yazık ki bizzat bizler sebep olduk!

İşin daha da düşündürücü olan tarafı ise, İslâmiyetin kışrı / dışıyla yetinip, lübbünü / içini,

Özünü ihmal ettiğimiz için, geri kalışımızı -maalesef- aydınlarımız;

İslâmdan bilmiş ve tam bir ikilem içinde kalmışlar!

Ne İslâmiyete sarılabilmişler, ne de İslâmiyeti bırakabilmişler.

İki derede bir arada kalıp; kurtuluşu ya Kuzey’de veya Batı’da arar olmuşlar!

“Ol mâhiler (balıklar) ki, derya içredir; deryayı bilmezler!” durumuna düşmüşler!

Ne hazindir ki, İslâm deryasında; kendimizi İslâmın her zaman geçerli olan hayat-bahş

Umdelerinden gafil olmamız yetmezmiş gibi, bir de bütün kabahati onda görüp onda bularak;

İslâmiyet cevherlerine sırt çevirip; Kuzey’in veya Batı’nın sahte mücevherlerine bel bağlamış

Ve bir türlü iki yakamız bir araya gelmemiştir! Zira “Kem âletle kemâlât olmaz.”

Düstûr-u kebîrini / büyük düstûr ve prensibini de hatırlamaz olmuşuz!