Hayatın bir film gibi değil, filmin -dram ağırlıklı- resmen kendisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Pek de haksız sayılmam aslında bu efkârda. Zir

Hayatın bir film gibi değil, filmin -dram ağırlıklı- resmen kendisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Pek de haksız sayılmam aslında bu efkârda. Zira son 4-5 gündür yaşananlara bakınca ahval gün misali meydanda değil mi? Evet, bu haftaki yazımı başlıktaki “darb” kelimesinden de anlaşılacağı üzere meşum 15 Temmuz darbe girişimine ayırdım mecburen. Gerçi bu bahis üstüne benim gibi yeni yetme köşe yazarlarının yanında ne kalem erbapları yazdı ki, bu “ağrı”ya farklı bir cihetten bakacağım ben.
Efendim, “darb” kelimesi lugatımıza Arapça’dan girmiş olup “dövme, vurma” manalarına gelir. Gene “mesel” ise aynı dilden örnek, benzer ve numune anlamlarındadır ki, her iki kelimenin bir araya gelmesiyle “darbımesel” tamlaması oluşur ve eskiden “atasözü” yerine kullanılırdı. Ancak “sözle vurmak” da bir başka manası olup daha bir derindir haliyle. Mesel yahut mesele, vurmak olunca en etkili yolun söz olduğuna kimselerin kuşkusu yok sanırım. Değil midir ki, en eğır yarayı söz açar ve kalem her daim keskindir kılıçtan. İşte karanlık 15 Temmuz gecesinde de son sözü darbımesel ustası bir millet söyledi ve “ağır darp” maksadıyla yola çıkanların, bir adım daha ileri gidip darp’ı darbeye dönüştürmelerini de millet engelledi yine. Ne iyi oldu değil mi? Nitekim darbenin düşüncesi bile tüyler ürperticiyken “davulun sesi uzaktan hoş gelir” atasözünün derinliğinden bihaber kimseler ekranları başında kaygısızca seyrettiler her an gerçekleşebilecek bu gerçek korku filmini. Çok sürmeden, sosyal medya üzerinden de akla hayale gelmeyecek komplo teorileriyle her şey daha da çetrefilli bir hal aldı. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi ve demokrasi yolculuğumuz kısa bir sekteden sonra devam etti.
Burada meselin en can alıcı yanı, ekranların karşısında an be an seyrettiğimiz gerçek bir korku filminin idrak şekliydi bence. Son darbenin (12 Eylül) üstünden neredeyse 36 sene geçti ve nüfusu epey genç bir ülke olduğumuzdan, emin değilim fakat 80 Darbesinden sonra doğanların sayısı 40 milyon kadar vardır. Öyle ise halkın yarısından fazlası darbenin nasıl bir gerçeklik olduğunu bilmiyor demektir bu. Bilmekle yaşamak aynı şeyler değilse, Nasrettin Hoca gibi en azından eşekten düşmek icap ederki, belaya uğramışın hali anlaşılabilsin. Empati konusunda pek de iyi değiliz galiba. Neyse, hal böyle olunca darbe girişimine bir kesimin tepkisiz kalmasını anlamak zor değil. Gerçi ben de darbe görmedim ama bilhassa okuduklarımdan ve o dönemi anlatan filmlerden şahit olduğum kadarıyla öldüresiye dövülmekten, ölmekten beter bir şey, buna eminim. Hem bizim gibi, demokrasinin en güzel tecellisi olan cumhuriyetle yönetilen ülkelerde herkesin kendi işine bakması, askerin asli vazifeleri dışında kışlasında oturması en doğrusudur her zaman.
Meseleye esasen ironik de bakabiliriz biraz. Şimdi şöyle bir soru sorsak cevabı ne olurdu acaba? Askeri darbe neden dayanılmaz bir ağırlıktadır ve darbeye maruz kalan halk, neden yok oluşun yine o dayanılmaz ağırlığıyla iki büklüm olur ve anne karnındaki cenin misali hep kıvrılarak uyur? Sanırım bu suale sayfalar dolusu cevap yazılabilir ama ben daha basit bir gerçeğe işaret edeyim: Postal. Evet, askerliğini epey zamandır yapmış biri olarak ayaklarımda o postalların ağırlığını duyarım hâlâ. O ağır mı ağır botlar, kapkara rengi ve tuhaf kokusu ve kabalığıyla eminim askerliğini yapmış hiçbir erkeğin aklından çıkmıyordur. Hatta askerliğe dair anıların zihinde bu kadar derin yer etmesinin ve tabii hiç unutulmamasının altında da gene bu postallar var muhakkak.
Son olarak bu cümleleri darbe gerçekleşmediği için yazabiliyorum, farkındayım. 15 Temmuzdan sonra çok şeyin farkına vardık. “Biz” olabildiğimiz için cumhuriyetimize sahip çıkabildik. Öyleyse yarından daha güze şeyler beklemek hepimizin hakkı.
Millet iradesinin daim olması dileklerimle…