100 yılın en karanlık gecesini yaşadık; 6 Şubat 2023, Saat 04:17… O gece binlerce, yüzlerce insanın çığlığı aynı anda bütün oldu. O çığlık hepimizi kalbinde vurdu. O günden beri evden çıkamıyorum. Kafamı nereye çevirsem, bu felaketin ayak seslerini duyuyorum. Kimimiz canımızdan, kimimiz canımızdan çok sevdiğimizden, kimimiz vicdanlarımızdan, umutlarımızdan olduk. Böyle bir acının ardından geriye kalan yaşar mı? Bilemiyorum.

Bütün ülke, hatta bütün dünya seferber oldu. Yardımlaşmak, destek olmak, bir olmak deyince iyi kalpli insanların nasıl bir arada olduğunu gördük. Haluk Levent, Oğuzhan Uğur başta olmak üzere oyuncularımızın hepsi aynı masanın etrafında, koli yapıp, tır doldurdular. Aynı acıya ağlayıp, aynı umuda tutunduk hep birlikte. Ahbap, Afad, Kızılay ve bir sürü STK, enkaz altından bir ses aradılar. Aradan 14 gün geçti, 258 saat sonra enkaz altından çıkan canlarımız oldu. O enkazın üstünde, ailesinden, sevdiklerinden, sevgilisinden bir nefes bekleyen onlarca insanın çoğu acıyla döndü.

Hayat normalleşmeye başlıyormuş, her şeyin sonunda “Hayat devam ediyor” cümlesini cebimize koyup, yine hiçbir şey olmamış gibi yola devam edeceğiz. Enkaz kaldırılınca, yıkılan binalar, sönen hayatlar sanki hiç orda yokmuş gibi ertesi günün peşine düşeceğiz. Türkiye, başına ne felaket gelirse gelsin, yasını tutup, ardında bırakmayı, hatta hiç olmamış gibi yaşamayı çok iyi beceren bir ülke. Biz, acılarımızı çengelli iğneyle tutturup, kanayan yaralarımızı çok iyi sarabiliyoruz. Eğer bir yara açılırsa, önce kanar, sonra kabuk bağlar, kabuk düştükten sonra da izi kalır. Biz o kadar çok yara aldık ki, hep aynı yerden kanayıp, aynı izin üstüne iz bindiriyoruz.

100 yılın en büyük depremi, enkaz altında can veren 40 bini aşkın insan, ne uğruna umutlarından, hayatlarından, geleceklerinden oldular? Deprem bölgesinden hiç ayrılmayan Fulya Öztürk’ün “Meslek hayatımda çok enkaz gördüm, çok deprem gördüm, çok acı gördüm, ama böylesini görmedim.” dediği bu acıyı neden yaşadık? Deprem doğal afettir, Allah’tan gelir, ama deprem mi can alır yoksa bina mı? Asıl bu soruyu sormamız lazım. Japonya’da 8.8 büyüklüğünde oluşan depremde, kimse burnu kanamadan hayatına devam ediyorsa, demek ki tedbirler alınsa, o binalar insan yaşayacak gözüyle bakılarak yapılsa, deprem can almayacak.

Ahmet Ercan’ın “Yapıların %20’si yerdeki sorunlar nedeniyle yıkılır, %80’i ise yapılardaki sorunlar nedeniyle yıkılır” dedi. Ölüm kaderdir, deprem kaderdir, ama binanın altında kalmak, yanındaki bina sapasağlam dururken diğerinin tuzla buz olması kader midir? İnsan hayatının bu kadar ucuz olması çok can acıtıyor. Bir araba alırken, kazası var mı? Bir sorunu var mı? Hasarlı mı? Hepsini kontrol ediyoruz, ama bir ev alırken içinin güzelliği, konforu, ulaşımı düşünülüyor; bir gün oluşabilecek bir deprem felaketinde, ayakta kalabileceğini çoğumuz düşünmüyoruz. Sadece para kazanmak için, insan hayatını tehlikeye atan müttehitlere ne demeli? Onlara insan demek istemiyorum. Bunun canilik, vahşet…

Bir ekmeği bölüşen de insan, o ekmeği çalıp yok eden de insan. O binalar, saniyeler içinde kum gibi dağılırken, gencecik insanların, hayallerini geleceğe saklayanların, çocukların okul heyecanlarını, ikinci baharına hazırlanan aşıkların kayboluşunu, yok edilişinin izledik. Deprem afet, peki ya o evleri yapan müteahhitlerin malzemeden çalmaları da mı kader?

Enkazdan çıkarılan ufacık çocuklar “Biz tokuz, yemek yedik. Bir abla geldi bizimle oyunlar oynadı” dediğinde, Allah’ım melekleri, yeryüzündeki melekleri koruyor dedim. Giden onca canın yanında, kalan canların mucizelerine tanıklık ettik. Orada olan askerler, yardım ekipleri, muhabirler, sağlık çalışanları bir yandan, şehirlerde, ülkelerde, yardım toplayan, o yardımları taşıyanlar bir yandan, bir de ekran başında olan biteni izleyip, yüreği yananlardan bir yandan ayrı ayrı bir ateşin içinde kaldık. Tek bir ses ile umutlandık.

Tüm bunların yanında, kötülük, yine iş başındaydı. Enkaz altında kalan iş yerlerini yağmalayan, televizyon, telefon, çamaşır makinası çalan, depremzedelere hazırlanan yardım tırlarının önünü kesip, ihtiyaçları çalan insanlar da vardı. Bütün olmaya çalışan ellerimizi, kesmeye çalıştılar. Her seferinde insanın, gerçekten bir insanın bu kadar kötü ve bencil olabileceğine inanamıyorum. Ama inanamadıklarımız gerçek oluyor.

Bu deprem değil, kıyamet. Sadece bedenleri değil, geride kalanların umutlarını da toprağa gömdüler. Hem hayatta kalıp, hem de yaşamamak nasıl bir şey, şimdi enkaz altında sevdiklerini bırakanlar yaşıyor. Benim anneannem 1939 yılında, Erzincan depreminde, enkaz altında kalanlar arasındaydı. O zamanlar 6 yaşındaymış. Bir uğultu ve sarsıntıyla gelen bir felaketi anlatıyordu. Annesinin bir kolunda kardeşi, bir kolunda kendi, saatlerce enkaz altında kalmış. Babasını o depremde kaybetti. Anneannem anlatırken “Çok küçüktüm, üstümüzde betonlar vardı. Annemin sesini duyuyordum. Uzaktan gelen bir ışık gördüm. Hiç karanlıkta kalmadım” demişti. Allah onu karanlıkta bırakmamış, melekler yolunu aydınlatmış. O depremde anneannem ve annesi kurtulurken babası ve kız kardeşi hayatını kaybetti.

Doğal afetler hayatınızın bir gerçeği, ama bunu kabul edip, beklemek büyük ahmaklık. Su içmezsek, yemek yemezsek, yaşayamayacağımızı bildiğimiz gibi deprem gerçeğini unutmadan, tedbir alarak yaşamamız gerektiğini de artık öğrenmeniz lazım. Arabamıza, işimize, odamıza, hatta kıyafetlerimize gösterdiğimiz özeni hayatımıza göstermiyoruz.

Bugüne kadar yaşadığınız doğal afetler, felaketler zamanın rüzgarına kapıldı. Hepsini unuttuk, sanki hiç olmamışçasına yaşamaya devam ettik. Ne olur; haritadan 10 ilin, bir gecede, bir buçuk dakika içinde silindiğini, enkaz altından video paylaşan gencin, okuma hazırlanırken “pişman olduğum şeyler var” dediğini, ailesine bakabilmek için yemek videoları paylaşan Taha Duymaz’ı, Taha gibi gelecekten umutları olan gençleri, anne koynunda ölen bebekleri, annesini hiç tanıyamadan, kimliği belirsiz olduğu için çocuk yurtlarına verilen masumları, kendi yaşayıp tüm ailesini enkazda bırakanları, evlilik hayali kuran sevgilileri, bebek bekleyen ailelerin yok oluşunu, evlerin kararan ışıklarını, uykularını kabusa çeviren o uğultuyu unutmayın.