17 Ağustos 1999 depremini sanki daha dün olmuş gibi hatırlıyorum. Gecenin karanlığında birden bire başlayan bir sarsıntı, korkudan yerimden kıpırda

17 Ağustos 1999 depremini sanki daha dün olmuş gibi hatırlıyorum. Gecenin karanlığında birden bire başlayan bir sarsıntı, korkudan yerimden kıpırdayamıyorum bile, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu o an. Ardından korkunç bir manzara, yıkılan binalar, on binlerce hayatını kaybeden insan, geride kalan yaşlı gözler. Ve endişeli bekleyişler. 

Ne yazık ki Ülkemizde inkar edilemez bir deprem gerçeği kesinlikle var. 
Ülkemizin neredeyse tamamı deprem kuşağında bulunuyor.  Ama en riskli bölge Doğu bölgemiz. Daha sonra da Marmara Bölgesi geliyor.
Şöyle durup geçmişe baktığımızda 1939 Erzincan depremi, Varto Depremi, Van depremi ve daha niceleri hep doğuda oldu. Tabii iç Anadolu'da da olmuş depremler var. Örneğin 1970 yılında ki Gediz depremi, daha sonra Afyon depremi. 
Ve tabii Marmara'daki Gölcük, Yalova depremi. Ülkemizin ne denli bir  deprem tehditi altında olduğunu göstermektedir. 

Fay hatları üzerinde yaşarız, depremden müthiş derecede korkarız, ancak ne bir çare ararız ne de önlemimizi alırız! Bız sadece deprem sonrası ne yapabiliriz diye düşünüyoruz. Düdük, su şişesi, fener, radyo, bisküvi gibi enkaz altında kaldığımızda bize yararlı malzemeleri bir çantaya koyup yatmayı planlıyoruz. Ya da depremin bitmesini bekleyip merdivenlere doğru yönelmemeyi öğreniyoruz. 

Peki ya öncesi. İşte orası çok vahim.
Ev alırız konu komşuya hava atarız. Bilmem kaç bin ödedik diye, sağlamlığını kontrol etmek yerine banyosunun renk ahengine, evi yapan müteahhit'in, sicilini araştırmak yerine mutfağının güzelliğine kanarız. 
Deprem uzmanlarını dinlemeyi yalnızca deprem sonrasında severiz, diğer zamanlarda içimizi karartır, zira!
"Depremelere alışmalıyız" der. "Depremlerden ziyade binalar öldürür" der, duymak istemeyiz. 
Hani "Kocam beni aldatmaz!" diyen kadınlar gibi. 
Oysa gerçekler vardır yaşamda, istediğin kadar kafanı kuma sok, ne fayda?
En basit yöntemlerden biri eşyaları sabitlemek, hangimiz sabitledik? 
"Bana bir şey olmaz!" gibi, anlamsız bir özgüven. 
Tam olarak "özgüven" değilse de tam anlamıyla bir boşvermişlik, bir kadercilik bir türlü kurtulamadığımız sığ düşünce. İşlemiş ciğerlerimize, hücrelerimize.  

Aids için "Bize bulaşmaz" diye önlem almayan erkeklerin, kocam beni aldatmaz asla, diyen kadınların pek bol olduğu ülkede deprem gerçeği ne kadar kabullenebilir ki?
Ancak, yüzleştiğimizde farkına vardığımız, bir süre korkudan ödümüzün patladığı ve sonrasında her şeyde olduğu gibi, unutmayı tercih ettiğimiz bir gerçek. 
Gerçeklerle yüzleşmek yerine "Dokunulmaz" hissetmek istiyoruz kendimizi. 
Yıkılan binalar ile ayakta kalanların hesabını deprem anında akıl ediyoruz, farkına bile varmadan ne çok kazanç sağladığımızı dahi, düşünemiyoruz.  

Her defasında "Kader" deyip geçiyoruz. 
Kader diye bir gerçek de var elbet, mantık dahilindeki tüm önlemler alındıktan sonra tabii.
Mesela, Etrafımızda özellikle büyük şehirlerde binlerce rezidans tipi konutlar yapılıyor. Bunlara giden paralarla yüzbinlerce en fazla iki katlı ucuz konutlar yapılabilirdi. Bu binalara rezidanslardan daha fazla talep olurdu. Kaçak yapıların üzerinde daha ciddi bir çalışma yapılarak depreme uygun olup olmadığı denetlenmeli. 
Bir çok çalışma yapılıyordur muhakkak. Ancak, taşlar tam olarak yerine oturmuş değil. Ve bugün bir deprem olsa ki, olmaması için dua ediyoruz hepimiz, bu çalışmalar bize fayda sağlamayacaktır. 

Netice olarak depremden çok korkuyor görünüyor, ama umursamıyoruz.