Ene’nin bir yönü dine, diğer tarafı felsefeye bakıyor. O ikilinin gereğini yerine getiriyor.

     Dine bakan yanı; mahza ubûdiyetin / tam ve gerçek kulluğun menşei ve kaynağıdır.

     Yani ene, kendini abd / kul bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti / içyüzü harfiyedir.

     Yani, başkasının mânasını taşıyor, fehmeder.

     Dinin hakîmane düsturu / belli bir hikmet ve gayeye yönelmiş prensiplerinden:

     “Ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihi.” (İsra: 44)

     “Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp Onu tespih etmesin.” sırrıyla, 

     Her şeyin, her zîhayatın / hayat sahibi yani canlının netîcesi 

     Ve hikmeti / yaratılışından beklenen gaye ve maksat; kendine ait bir ise, 

     Sâniine / Sanatla Yaratan’ına ait netîce ve sonuçları, 

     Fâtır’ına / Yaratanına bakan hikmetleri / yaratılış gaye ve maksatları sayısızdır.

     Her bir şeyin, hatta bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu

     Mahz-ı hakikat / gerçeğin ta kendisi olan düstur-u hikmet / aklî prensipler, 

     Maksatlı düstur nerede?

     Felsefenin: “Her bir zîhayatın / canlının neticesi / sonucu kendine bakar 

     Veyahut / ya da insanın menafiine / menfaat ve faydalarına aittir.” diye, 

     Koca dağ gibi bir ağaca hardal / çok küçük tohumları olan bir bitki, bir meyve, 

     Gibi bir netice takmak; gayet / son derece mânasız, abes  

     Ve anlamsızlık içinde gördüğü; hikmetsiz hikmet-i müzahrefe / süslü ve yalan sözler,

     Düstur ve prensipleri nerede?

     Hiç mümkün ve olası mıdır ki, 

     Şu bekasız / geçici dünya misafirhanesinde, 

     Şu devamsız dünya denen imtihan / sınav meydanında,

     Şu sebatsız / kararsız arz / dünya denen teşhir-gâh / yeryüzü sergisinde; 

     Bu derece bâhir / apaçık hikmetler, yani herkesin bilmediği gizli sebepler varken; 

     Bütün bunların İlâhî gayeye uygunluğu, anlamsız olmayışı göz önündeyken;

     Bu derece zâhir / görünen bir inayet / yardım mevcutken;

     Bu derece kahir / üstün bir adalet ortadayken; 

     Bu derece vâsi / geniş bir merhamet / acıma, bağış ve şefkatin âsârı / eserleri karşımızdayken; 

     Bütün bunları önümüze koyan Mülkün Yüce Sahibi Allah’ın memleketinde görünen / mülk 

     Ve görünmeyen / melekût denen varlıklar âleminde;

     Daimî / sürekli meskenleri / oturacak yerleri,

     Ebedî / sonsuz sâkinleri / oturanları,

     Bâkî / daimî makamları, 

     Mukim / ikamet eden / oturan ve yaratılan mahlûkları bulunmasın!

     Şu görünen hikmet / gaye ve maksatlar, inayet / yardım, adalet ve merhametin;

     Hakikat, asıl ve gerekleri hiçe insin, olacak şey mi? 

     Okul; mezunlarına bir gelecek hazırlamasa; okula gitmek mânasız olmaz mıydı?

     Emekli olunamayacak memuriyete veya işe, kim girmek ister?

     Mesleğinin icabını yapacak bir ortam olmasaydı, Meslek Okulu’na giden olur muydu?

     Gideceği bir yeri olmayan kimse, yola çıkar mı?

     Demek ki, bugünler; yarınlar için, 

     İşte, bu dünyanın da Ahiret denen bir yarını var.

     Güzellik ve çirkinliklerin sonuçlarının görüleceği bir Ahiret yoksa;

     Yapılan müspet-menfî şeylerin karşılığının alınacağı, bir Ahiret / ölümden sonraki;

     Ebedî / kalıcı bir hayat yoksa; dünyada iyi-kötü, güzel-çirkin, fayda-zarar sahibi olmanın; 

     Hiçbir kıymet ve değeri olmaz. Hayat mânasızlaşır! 

     Oysa her yapılanın karşılığının verileceği bir yer olmalı ki,

     İnsanın iyi ya da kötü olması; bir anlam ifade etsin.