Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, 5 Haziran 2019 tarihinde yani Ramazan Bayramı’nın ikinci günü Twitter hesabından iki mesaj paylaştı. Mesajlar aynen şöyleydi:



“Ramazan Bayramı'nın Şeker Bayramı diye ifade edilmesi yanlıştır. Şeker Bayramı diye bir bayram yoktur. Bu bayram, Ramazan Bayramı'dır ve bir ibadettir. Böyle bir ifade Ramazan'ın kutsiyetine hafiflik getiriyor. Bu şekilde kullananlar bundan vazgeçsinler.”



“Bayramı tatil olarak görmeyelim, çünkü bu bir ibadettir. Büyüklerimizi, sevdiklerimizi ziyaret edelim. Hatırı sorulmamış hiçbir hasta, gönlü alınmamış hiçbir yaşlı bırakmayalım. Yetimlerin, gariplerin, kimsesizlerin tebessümleriyle bayramımıza bir kat daha anlam katalım.”



Başkan’ın özellikle Ramazan Bayramı’na “Şeker Bayramı” denmemesi gerektiği ile ilgili ifadeleri hem sosyal medyada hem de gazete ve televizyonlarda gündem oldu. Bu görüşü bazıları destekledi bazıları da karşı çıktı.



Konuyla ilgili bildiklerimi açıklamadan önce şunu en baştan söylemek istiyorum: Diyanet İşleri Başkanlığı gibi çok önemli bir makamda bulunan Erbaş’ın gösterdiği bu hassasiyete çok memnun oldum. Eğitimleriyle ve makamlarıyla toplumun önünde olanlar, özellikle dinimiz söz konusu olduğunda işte böyle hassas davranmalı. Dinimizin, Peygamber efendimiz ve dört halifesinden bize tevarüs ettiği şekliyle hiç bozulmadan uygulanmasına ön ayak olmalılar.



ŞEKER BAYRAMI DEMEK MAHZURLU MU?



Ramazan ayında oruç tutmak, fitre vermek, bayram namazı kılmak ibadettir. Ancak bayrama Ramazan Bayramı veya Şeker Bayramı demek ibadet değildir. Şu kadar var ki 1400 küsur senedir kutlanan dini bayramlarımızı ve kandil gecelerimizi asırlardır söylenegeldiği gibi isimlendirmek gerekir. Mesela her sene Rebiyülevvel ayının 12’nci gecesi idrak edilen Mevlid Kandili’ni miladi takvime göre başka zamanlarda kutlamak ve Kutlu Doğum Haftası gibi isimler vermek çok yanlış uygulamalardı. Çok şükür bu sinsi FETÖ projelerinden, 15 Temmuz 2016 kanlı askerî darbe girişimi akabinde vazgeçildi.



İlmihâl kitaplarından öğrendiğimize göre Ramazan Bayramı’nda, bayram namazından önce hurma veya şeker gibi tatlı şeyler yemek müstehabdır. Kurban Bayramı namazından önce ise bir şey yememek müstehabdır. Bu sebeple bazı yörelerde Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı da denmektedir. Böyle söylemenin bu mübarek bayramı küçümsemek gibi bir amacı asla yoktur. Sadece yukarıda bahsettiğim müstehaba atfen denilmektedir.



Din kitaplarında ve Arap memleketlerinde Müslümanların iki dinî bayramından Kurban Bayramı’na Iydü'l-Adhâ, Ramazan Bayramı’na da Iyd’ül-Fıtr denmektedir. Iyd Arapça bayram, adhâ, kurbanlar, fıtr da iftar etmek yani oruç açmak demektir. Kurban Bayramı’na bazı yörelerde hac ibadetine atfen Hacı Bayramı denilmektedir. Bunun gibi Ramazan Bayramı yani Fıtır Bayramı’na Şeker Bayramı denmesi de Türk halkının tamamen saf ve temiz niyetlerle yaptığı isimlendirmelerdendir.



Ayrıca Şeker Bayramı isimlendirmesi yeni bir husus değildir. Bize Osmanlı devrinden kalmıştır. Şemseddin Sami Bey’in hicri 1317 yani 1899 yılında İstanbul’da basılan ve Osmanlıca sözlüklerin en meşhurlarından olan Kamus-ı Türkî’sinin 957. sayfasında “Iyd” kelimesini açıklanırken “Iyd-i Fıtr: Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı” denilmektedir.



HASSASİYET BEKLENTİLERİMİZ



Diyanet İşleri Başkanımızın bir isimlendirme konusuna gösterdiği bu samimi hassasiyetten cesaret alarak namaz ve oruç gibi çok önemli iki ibadetle ilgili aşağıdaki hususa dikkat çekiyorum:



Osmanlı Devleti zamanında asırlarca uygulanagelen namaz vakitleri malum olduğu üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından alınan ani bir kararla 1 Ocak 1983 gününden itibaren değiştirildi. Bir gün içinde mesela Ankara için vakitler imsakte 20 dakika ileri, yatsıda 9 dakika geri alındı.



Bilindiği gibi vakit İslam’ın beş şartından olan namaz ve orucun farzlarındandır. Namazı vakti girdikten 3-5 dakika sonra kılmak veya orucu 3-5 dakika geç açmak bu ibadetlerin sıhhatine hiçbir zarar vermez. Ancak tersi olursa bütün ilmihal kitaplarına göre bu ibadetler fasit olur. İslam’ın ana ibadetleri olan namaz ve orucun kabulü için şart olan vakit farzının yerine getirilmesi konusunda ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığımızdan beklediğimiz hassasiyeti göremiyoruz. 36 sene önce bir günde değiştirilen namaz vakitlerine bu sene maalesef akşam namazının 2-3 dakika önce okunması da eklenmiştir. Bizim milletimiz müezzin “Allahü ekber!” deyince orucunu hemen açma temayülündedir. “Varsa bir yanlışlık Diyanet veya müezzin düşünsün.” demek ibadetimizi kurtarmaz. Özellikle bu konuda yetkililerimizden hassasiyet bekliyoruz.



FETÖ’NÜN DİN TAHRİBATININ ONARILMASI



Dinimizi bozma ve içini boşaltma girişimlerine anında tepki vermek en başta Diyanet’in görevidir. Geçmişte FETÖ’nün bu tarz girişimlerine karşı Diyanet’in etkisiz kaldığını hem eski Diyanet İşleri Başkanı itiraf etmiş hem de Cumhurbaşkanı ifade etmişti.



15 Temmuz darbe girişiminin hemen akabinde 3 Ağustos 2016’da toplanan Olağanüstü Din Şurası'nda Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle demişti:



“Yurtdışında yürüttükleri eğitim faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Ortak bir yanımız var dedik. Ama aynı menzile farklı yollardan giden bir yapı olarak gördüğümüz bu yapının, sinsi emellerin örtüsü olduğunu uzun süre göremedik. 2010 yılından itibaren bu tespiti paylaştığım üst kademe yöneticisi oldu. O yıldan itibaren tavrımız değişti. 2012 yılından itibaren bu yapıyla ilgili rezervlerimizi ortaya koyduk. Her şeye rağmen, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.”



Cumhurbaşkanı’nın bu ifadesinden tam bir sene sonra zamanın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, 26 Temmuz 2017 günü Diyanet İşleri Başkanlığı konferans salonunda düzenlenen ve “Kendi Dilinden FETÖ, Örgütlü Bir Din İstismarı” başlığı altında FETÖ elebaşının 40 yıllık dinî söyleminin incelendiği çalışmanın paylaşıldığı basın toplantısında şöyle konuşmuştu:



“İnsanları dinleri konusunda duyarlı kılmak, onlara dinde feraseti öğütlemek elbette Diyanet İşleri Başkanlığının asli vazifeleri arasındadır. Şu günlerde gördük ki bu vazife ziyadesiyle önemlidir. Şahıslardan, kişilerden bağımsız olarak Başkanlık, bu kurumsal vazifesini ifa etmek durumundadır. Bu kötü tecrübenin ardından şunu ifade etmeyelim: Başta şahsım olmak üzere bütün din âlimleri, sureti haktan görünen karanlık yapıların kirli emellerine karşı müminlerin kalplerini, zihinlerini vakitlice uyandırmak zorundadır. Kur'an, sünnet ve aklıselimin gerçek esaslarını güçlü ve hikmetli bir sesle hatırlatmak âlimlerin en büyük vazifesidir. Aksi halde yeniden bu kötülük örgütleri galebe çalacak ve bugün olduğu gibi âlimler hep mahcup olacaktır. Allah bir daha bizleri mahcup eylemesin. Durum böyleyken on yıllardır konuşan FETÖ elebaşını neden daha önce ifşa edemediğimiz sorgulanmak durumundadır. Fakat bu sorumluluk sadece Diyanet’e mi aittir, sadece din âlimlerine mi aittir? Başkanlık, halkı din konusunda aydınlatmak, onu basiretli kılmak, onu yalancı dindarlıklara terk etmemekle mükelleftir. Peki ya üniversitelerin görevi yok mudur? Türkiye’de 100 ilahiyat fakültesi var. Bir tane mastır tezi olmaz mı, bir tane doktora tezi yapılamaz mıydı? Yapıldı, ama övgülerle dolu tezler yazıldı.”



FETÖ’nün nasıl eli kanlı bir örgüt olduğunun tam anlamıyla ortaya çıktığı 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından neredeyse 3 sene geçti. Diyanet’in ve Akademi’nin yani İlahiyat Fakültelerinin, FETÖ’nün yaptığı din tahribatının onarılması, bu hususta toplumun bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda üzerine düşeni tam olarak yaptığını sanırım kimse iddia edemez. Cumhurbaşkanımız 3 seneden beri siyasi olarak nasıl çok güçlü ve tavizsiz bir duruş sergiliyorsa, Diyanet ve Akademi’den de FETÖ’nün yıllar boyu akıttığı zehirlere panzehir olacak makaleler, paneller, televizyon programları, yüksek lisans ve doktora tezleri ve diğer aktivitelerle güçlü bir tepki verilmesini bir vatandaş olarak talep ediyorum.