Medeni halklarda kaldırım ve caddelere tüküren görmezsin. Ayrıca bir çoğunda sokağa yapılan bu eyleme ceza vardır. Tüküren insanlar, hoş olmayan bu davranış sebebiyle cezanın yanı sıra ağır eleştirilere de maruz kalır. Kötü, cahil, maganda, apaçi gibi hakaretler duyar. Evet görüntü ve eylem, çirkin ve en az kirli hava kadar sağlıksızdır. Eleştirenler mağdurdur. Elbette son derece de haklıdırlar. 

Lâkin tükürmenin; ağıza gelen havadaki bir parça kılı, tozu, ağır karbon emilimini temizlemek için yapılan bir savunma mekanizması olduğunu da yine uzmanlar anlatır. Filtresiz fabrika, kontrolsüz egzoz gazları, zararlı kozmatik kullanımları, kalitesiz yakıt, kirli şehir ortamlarında beyin bunu insana istemsizce yaptırır. Beynin maksadı, olası ağızdan ciğerlere inebilecek, sağlığına zarar verebilecek durumdan bedeni el verdiğince koruma çabasıdır.

İşte bu sebeple gelişmiş ülkelerde yere tüküren insanlar var ise; eleştirilen hükümet olur... 

Hükümet’in yanlış çevre politikaları yüzünden şehirde hava kirliliği yaşandığına vurgu yapılır. Elbette çok güçlü, eğitimli nefsler hava kirliliğine rağmen sırf görüntü kirliliği olmaması için tükürmemeyi başarabilir. Bunlar istisnaya girer. Ama genel için bunu söylemek mümkün olmaz. Bedenin istemsizce yaptığı çirkin görünen tükürme eylemin kaderden değil, Allahtan değil sağlıksız hüküm, karar verenlerdendir.

Hatay, Maraş, Adıyaman ve çevresi artçılarla halen sallanıyor. Bu hafta yine Hatayda iki defa üst üste deprem oldu. Ve yine evler yıkıldı. Şehirleri çoğunluğun boşaltmasına rağmen altı kişi daha hayatını kaybetti. Toplamda 40 binden fazla vefat açıklandı. Ülke olarak mütahitlere ve kentsel dönüşüme ihtiyacı olan eski apartmanların, dönüşüme izin vermemiş daire sahiplerine demediğimizi bırakmadık. Hep beraber onlara kötü, cahil, maganda, apaçi falan dedik. Hatta yeri geldi ağıza alınmayacak hakaretler de ettik. Burada da canı yanmış, yakınını kaybetmiş insanların o karanlık ruh haliyle bunları söylemesi elbette gayet olası... 

Lâkin deprem fay hattı üzerinde bulunan kentlerimizin hepsi çok önceden belliydi... Buralara fay ve sismik şoklara uygun inşaatlar yapılması gerektiğini de çok iyi biliyorduk... Tarla dediğimiz yumuşak toprağa veya alüvyon yerlere imar verilmemesi gerektiğini de biliyorduk... Ama buna rağmen yasal izinler verildi. Ardından bir süre sonra kaçak ve yanlış yasal izin verilmişler tespit edildi. Hemen ardından da imar affı çıkartıldı. Ve bu kabahatli durum paraya ve oya çevrildi.

İnsanlığın ulaştığı mühendislik becerilerini, ilimini göz ardı ettik. Deprem şoklarını yarısına kadar emen sismik izolatörlere “aman tanesi 6 bin Euro, ne gerek var” dedik. Medeniyet nasibimizi elimizin tersiyle ittik. Ecüş bücüş tarikatların üyesi olduk ama medeniyet tarikatının üyesi olmaktan eğrindik. 

İnsanımızı koruyamadık. Şimdi Malatya’da yıkılan ve içinde voleybol ve ampute futbol takımı oyuncularının da canını kaybettiği o otel... Bu otele sağlam raporu verilmiş. Ama değilmiş. Yerle bir oldu. İnsanlarımız canından oldu. Hayatta kalan yakınlarının yüreği taş oldu. Şimdi burada suçlu Mütahit mi? Mühendis mi? Mühendise eğitimini veren fakülte ve hocaları mı? Sahibi mi? Sağlam raporu veren ya da imar affına alan memur mu? İmar affı için kanun teklifi veren mi? Bu teklifi tasarlayan mı? Oy alabilmek için onlardan ‘imar affı’ talep eden mi?

Öyle sadece mütahitle, halkanın son zinciri ile uğraşmak, bu acıları tekrar tekrar yaşamamıza sebep olur. Asıl suçlu bulunamazsa, çözüm de bulunamaz. Her devlette, bu ve benzeri yaşananların ardından siyasiler asıl sorumlulardır. Şimdi emin olun maden ocaklarındaki çökmelerin sebebi siyasi çıkmadığı gibi, inşaatlardaki iş kazalarında siyasi sorumlu çıkmadığı gibi, sellerdeki kayıplarımızda, devlet içinde paralel yapılanmada, darbede siyasi sorumlu çıkmadığı gibi, depremde de siyasi sorumlu henüz çıkmadı. 

Sorun tespiti olmazsa, çözümü de bulamayız. Haliyele bizlerde bunu tekrar tekrar yaşarız. Acılara boğuluruz. Sonra da tutar ‘kader’ der, konuyu kendimizden uzaklaştırıp yaradana atarız.

Ne demişti yıkılan otelin sahibi; “Allahın afeti kardeşim”... Eee evet... Tabi ki Allahın, kimin olacak! İyi de konu nasıl buraya geldi. Herşeyin sahibi zaten yaradan... Tıpkı senin, benim gibi... Evet, sende Allahın el üstünde tuttuğu, üzerine tir tir titrediği kulusun. Afetini hava alsın diye saldı da, üzerine titrediği kulunu neden beton altında günlerce bırakıp, acıdan ölmek isteyecek hale getirdi.

Bunları bize gönderdiği kitabında tek tek ve hatta yavaşça anlattı. İmtihanlar olacağını söyledi. Cennete dönmek için bu imtihanları vermemiz gerektiğini anlattı. Bu imtihanları vermemiz içinde bizi akıl ile ödüllendirdi. Evet doğru bu Allahın afeti yani imtihanı... Asıl cevaplamamız gereken soru “Bu imtihandan neden kaldığımız?”. Yoksa “Boşver geliş amacımızı” deyip, mala, paraya çok mu teba ettik? Yoksa çalıp çırpıp şeytana mı uyduk? 

Bunlara cevap veremez ya da bulamaz isek, daha sık sık “Bunlar Allah’tan”, “Allah’ın afeti” gibi gerçekliği olan ama bu konularla alakası olmayan ifadeleri daha çok duyarız. Maalesef bazı insanlara yaradanı suçlamak daha kolay geliyor. İnançta zayıf olunca rahatça söyleyiveriyor. Ama yaradana inanan, onun hikmetinden biraz olsun almak isteyen, bilmediğini bilen, huzur, mutluluk, aydınlık isteyen, bir gönüle girme derdiyle yanıp tutuşan  insanlar için bu son derece yanlış ve kötü niyetli bir ifadedir...

İnsan beyni böyledir. Kendini korumak, karbonlu havanın etkisini azaltmak adına ‘tükürmesi’ gibidir...

Sonra yine o aynı beyin, vicdanı, gönlü biraz olsun rahatlatmak için, kişisel çıkarları uğruna insanları Allah ile aldatmaya çalışanların yüzüne de aynı tepkiyi göstermek ister. O kişiyi de geleceğine tehdit görür. Çünkü yaradılışın amacı; Doğayı, insanı, canlıyı korumak, ona iyi bakmaktır. Sağlıklı bir gelecek hedefler. İşte bu sebeple beyin; mikrop, toz, kıl, insan ya da hayvan kılığında gelmiş ya da gelecek şerden kurtulma ile donatılmıştır. 

O şeytanileri yenip, soyunun, genlerinin o tertemiz kevser sularına ulaşması için donatılmıştır.