Biliyordum, benim dünyamda adalet artık bir metadır…Para ile alınır satılır gelecekler.

Irgatlar; “ölü dünyada” yaşayan vatandaşlardır…

Sabahın dördü, karanlık üstümüzü örterek, Traktörümüz rüzgâra karşı gidiyordu.

Solumuz kanal dediğimiz bizim yüzme havuzumuz.

Sağımız pamuk tarlaları.

Rüzgârdan o kadar sille yememe rağmen uyanamadım.

Bilemedim

Rehberimizin “Azrail” olduğunu.

Traktörümüzü, rehberimiz Azrail’in solumuzdaki kanala, devirdiğini gördüm.

Bundan dolayı ben her sabah ölürüm…

Kızıla boyanmış su kanallı görenler iflah olmaz…

Su da sürüklenen çığlıklara yetişmek isteyen yüreğe kimse acı tarif edemez.

Kimisi annesini “havar havar!” diye, çığlık atarak, suyun “canına can” katar…

Kimisi sevdiğini gelin eder suya.

Kimisi çocuklarının geleceğini, suların yüreğine gömerek, feryadını çeker…

Aldığı canların çığlıkları, suyun rengini oluşturur.

Suyun üstü canlarla doludur.

Size dokunan bir cana bakamazsınız…

Korkarsınız…

Su kanalının üstü can pazarı, cenaze müziği çığlıklardır.

Kimse kimseye yardım edemiyor.

Yardım eden, yardım ettiği ile gömülüyor.

Herkesin gözleri Kurban Bayram’ınızdaki koyunun gözleri gibi son çaresiz bakışa tutsak kalmış. Yardım bekliyor ama yardım edecek kimseler yok.

Herkesin üstünü karanlık örtmüş, çünkü sabahın dördüdür. Güneş bile uyanamamış o saate.

“Karanlık, su ve çığlıklar” üçlü direğin ortasına, yürekler asılıdır.

Herkes düşman kesilir.

Herkes nasihat verir o su da yüzmeye çalışan canlı ve cansız bedenlere…

Irgatın tek güvendiği çıkınıdır.

Günlük taşıdığı umudunu çıkın yapar. Çıkınına sarılır. 

Benim bedenime çarpan çıkın beni bir kucak gibi, yanıma sokulmaya çalışan iki sert çıkın beni sardı.

Ben korkumdan dönüp bakamadım. Baksam da göremezdim….

Ha bire gidiyorduk. Kızıla boyanmış suyu yutarak, kendi sonumuza. Belki de hiç başlayamadığım, yaşamın ilk nefesini tatmadan, son nefesi tadacaktım.

İki çıkın bana yardım ediyordu. Benim batmama engel oluyordu. Düşünüyordum. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, her yol sıfıra çıkıyordu.

Oysa ben de hayal kurmayı öğrenmiştim.

Annemi babamı bu sefalete ezdirmeyecek, çok büyük adam olacağım. Belki bir öğretmen, belki bir ağa, belki bir imam, belik bir doktor, kim bilir belki de “elçi” olacağım. Benim de ırgatlarım olacaktı.

Annemin babamın özgürlüğünü tutsak almış o, “yokluğu” yenmek için ne olursa yapacaktım.

Biliyordum.

“Benim bu dünyamda adalet artık bir metadır."

Para ile alınır satılır gelecekler.

Ama olsun ben her şeyi yapacak ailemi; “Yoksulluk tutsağından” kurtaracaktım. 

“Kızıl su” şahitti artık yeminime.

Koluma girmiş iki çıkın ile yüzerek, cansız bedenlere dokunarak gidiyorduk.

Yönümüzü kızıla boyalı su belirliyor, cesaretimi ise koluna girdiğim “umut çıkınım” veriyordu. Ağzıma giren kızıl suları çıkarmaya çalışıyordum. Öksürüyordum. Sürekli öksürüyordum. Öksürmeyi düzgün yapmalıydım. Çünkü bazen canım boğazıma geliyor onu geri itiyor, balgamı tükürüyordum. Nefes alacak organ bulamıyordum. Bazen ağzım bazen burnum yok oluyordu.

Karanlık üstümüzü açmaya başlıyor gibiydi.

Çıkınlar hareketlendi. Sağ tarafımda kanalın böğrünü yarmak isteyen umut ağacı dallıyla gürleşmişti. Gözüme ilişti.

Bir güç, beni ondan tarafa itti ve elbisem ağaca takıldı.

Artık kızıl su altımdan akıyordu.

Gözüm çıkınlarıma takıldı.

Çıkın sandığım annemin babamın canları imiş. “Havar havar “dedi, canlar…

Feryat; umutlarımı kanat yapıp, çığlığa dönüştürerek, dünyaya saldı… yokluk ailemi teslim almıştı.

Adaletin para ile satıldığı bu dünyada ben bunları satın alacak güce erişecektim.

Ya da dünyayı değiştirecek güce erişecektim…dedi “bayram…”

Deniz, gece, bank, iki adam, yağmur, ay ışığı ve birbirini yeni gören,

“Hayallerinin toplamı sıfır olanlar…”

Adalet alamayanlardır…

Saygıyla