Merhaba Sayın Erdinç Ozan. “Bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.” diyor Zülfü Livaneli, Son Ada adlı kitabında… Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?


Livaneli bu yorumu yaparken kötülüğe karşı ses çıkartılmaması, tepki verilmemesini yargılıyor olmalı ki haklıdır. Biz kendi canımız yandığında feryat figan eden bir milletiz. Oysa, kendinize yapılmasını istemediğinizi, başkasına da yapılmasın diye eklerseniz kötülük kolay kolay oluşmaz. Hiç mi oluşmaz? Kötülük de iyilik de Habil ve Kabil'den bu yana var. Var oluşun gerçeklerinden biridir bu. Platon  'Devlet' adlı yapıtında kötülükle iyiliği sorgular. Hangisi hangisidir diye sorar. Aslında kötü iyi midir? Ya da iyi esasında kötü müdür? Bir insan kötülük yaparak kendisine rahat müreffeh bir yaşam sağlıyorsa, ömrünü iyilik yaparak geçiren ise sefalet içinde yaşam sürüyorsa, aslında kötü iyi, iyi kötü müdür? Platon bunu sorgular. Herodot, kendi adıyla anılan tarihinde "Bir şeyin iyi veya kötü olduğuna karar vermek için o şeyin sonucuna bakmak gerekir” der. Ömrünü kötülükle geçiren ve kendine rahat bir yaşam sağlayan için bu durumda kötü, demek ki iyidir...


Bakınız, iyiliğin ve kötülüğün kökenine inildiğinde karşımıza pek çok gerçek çıkar. Şimdi, yeryüzünden kötülüğün silindiğini düşünelim. İyiliğin ne olduğu ve önemi nasıl anlaşılabilir? Kötüler olmasa iyiler gerçek değerlerini bulabilir mi? O vakitte iyiliğin merhalelerini tartışmamız gerekirdi. Ben daha iyiyim, sen daha iyisin gibi… Bu bile başlı başına kendi içinde kötülüğü davet eden bir kargaşa yaratırdı. Yani, göreceli ve çok uzun bir konu. Dini ritüelde öteki dünya, cennet ve cehennem kavramlarının var olmasının ve bu dünyada yapılan kötülüklerin hesabının öbür tarafta sorulacağının bilinmesinin ardındaki gerçek de budur.


Çocukluğunuzdan bahseder misiniz? Nerede ve nasıl bir çocukluk geçirdiniz?


Çocukluğum Rize'de geçti. Sanırım bu sorunun nedeni 'Tophane' adlı romanım. O kitapta on yaşımdaki çocukluğumu, mahallemi ve yaşadığım kenti anlattım. Bu kitabı yazmaya beni iten sebep George Sebatier'in 'İsveç Kibritleri' adlı eseridir. Sebatier, orada Paris’te bir sokağı bir çocuğun gözüyle anlatır. Paris’te bir sokak edebi bir romana konu oluyorsa benim yaşadığım ve çocukluğumun geçtiği Tophane mahallesinde on tane roman çıkar... Yeşillikler içinde, komşuluğun var olduğu, akrabalar dışındaki insanların bile kardeş olduğu bir çocukluk yaşadım. Biz doğal ortamda yaşadık çocukluğumuzu. Elektriğin olmadığı evlerimiz halen vardı. Komşular birbirlerinde toplanır, ramazan öncesi yufka açarlardı. Radyo tek tük vardı. TV, telefon hak getire. Buzdolabı yerine tel dolaplarımız vardı. Merdaneli çamaşır makineleri yeni çıkmıştı ama alabilene aşkolsun. Biz de çamaşırlar leğende yıkanırdı. Bir metre karı ellerimizle temizleyip maç yapmışlığımız, top almak için koca koca taşları taşımışlığımız vardır. Bunları Tophane adlı romanımda anlattım. Bu kitap on yaşındaki çocuğun gözüyle bir mahalleyi ve o mahallenin kente kentin dünyaya bakışını yansıtıyor. 1967-68 yıllarında Rize nasıldı? Ülke ve dünya nasıldı? Hep fakirdik o zamanlar ama mutluyduk. Birbirimizi severdik.


İnsan yaş aldıkça geçmişle, kendine göre yitip giden o güzel günlerle birlikte mi yaşamaya başlar? Bunu yapması, kimi zaman bugünü ıskalamasına neden olur mu?


Sürekli geçmişi yaşayanın bugünü ve yarını ıskalaması kaçınılmazdır. Aslında her yaş güzeldir. Önemli olan küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmayı bilmektir. Hiçbir insan sürekli mutlu olamaz. İnsan yaşamı gelgitlerle doludur. Bugün maddi sıkıntısı olanın varın zengin olmayacağını, bugünün zenginlerinin yarın bir ekmeğe muhtaç olmayacaklarının garantisi yoktur. Her günü, her yaşı dolu dolu yaşamak gerekir. Kendimden söyleyeyim. Sürekli okur ya da yazarsam hayatı ıskalarım. Oysa benim yazmamın veya okumamın dışında da bir hayat vardır. Zaten bizde o hayatı yazmıyor muyuz? Bir sporcu sürekli spor düşünüyor, kitap okumuyorsa o da hayatı ıskalar. Hayatın içinde var olan ritüelleri eşit oranda olmasa da asla atlamamak gerekir. Günde beş tane maç izliyorum diyen bir insanın ruhsal sorunları vardır. Hayatın içinden kendini soyutlayıp, yaş aldıkça içine kapanan, her günü aynı şekilde yaşayan kişi derhal bir psikologla görüşmelidir. Bu kişi asla mutlu olamaz. Oysa, hayatını renklendirse, yürüyüş yapsa, arkadaş edinse, çevresini yenilese, bahçesi yoksa bile saksı da domates yetiştirse inanın mutlu olur.



Eğer yazar olmasaydınız ve şirket (iş) hayatına atılmasaydınız hangi meslek ile uğraşmak isterdiniz?


Türkiye’de yazar olup para kazanmak için popüler olmak gerekli. Bizim popülerlikle işimiz yok. Dünyanın en kötü kitabını da yazsanız sizi şişiren, reklâmınızı yapan birileri varsa iyi para kazanırsınız. Tabii, ne kadar yazar denir size o ayrı. Yaşamını yazarlıkla kazanmaya çalışan bir insan, eğer, ona buna yaranmak için şirinlikler yapmıyorsa bu ülkede aç kalır. Dolayısıyla edebiyatın yanında maaş aldığınız bir işinizin olması şart. Emekli oluncaya kadar da özel sektörde çalıştım. 22 kez iş değiştirdim. 22 işin 19'undan kovuldum. Sanırım dünyada bunun ikinci bir örneği yoktur. Ama şunu söyleyeyim, onurumu çiğnemedim. Aç kalmaya, sefalet çekmeye razı oldum, yine de onurumdan taviz vermedim, patron yalakalığı yapmadım. Bir ekmekle üç gün yaşadığım günler de oldu. Ailem dağıldı. Bir zamanlar hacizden kurtardığım insanlar ben hacizlik olduğumda ortadan kaybolmuşlardı. Onlara küsmedim. Tanrı yardımcıları olsun dedim.


Bak, burada bana sorduğun ilk soruya geliyoruz yine. İyi mi aslında kötüdür yoksa, kötü mü iyidir? Ben kötü olsaydım, patron yalakalığı yapsaydım, gözümü kırpmadan insanları işten atsaydım o durumlara düşer miydim? Hani bir söz vardır ya: "Acıma kimseye sonra sana acırlar!" diye... Bu sözü yaşamımızdan çıkarsak asasında kimse acınacak duruma düşmez. Yok, yok geriye dönmek mümkün olsa ben yine iyi olmayı tercih ederdim... Yazar olmasam ne mi olmak isterdim? İdealim Savcı olmaktı. O hakkı 12 Eylül yönetimi elimizden aldı. İstanbul Hukuk Fakültesini 1 puanla kaybettim. O denemde 80 öncesi lise mezunlarını orta öğretim başarı puanı askeri yönetimin emriyle toplama katılmadı ve buda beni 50 puan etkiledi.


Sizi yazmaya ne yönlendirdi? Sait Faik, Sabahattin Ali gibi “Yazmasam deli olacaktım,” durumunuz oldu mu? Erdinç Ozan neden yazıyor?


Yazmasam deli olmazdım. Yazmayı bıraksam da yine delirmem. Her gün de yazmam. Canım isterse yazarım. İstemezse yazmam. Tabii burada motivasyon önemli. İçimden yazmak gelirse yazarım. Top atsanız kaldıramazsınız beni bilgisayarın başından. Ama, yazmak istemiyorsam da kafama silah da dayasanız yazmam. Ortaokuldan beri yazmayı hep düşünmüştüm. Kitap okuma serüvenimde o yaşlarda başlamıştı. İyi bir kitap okuru sonunda patlama noktasına gelir ve yazmaya başlar. Burada esas olan yazacak kıvama gelmektir. Müsvedde kullanmadan direkt bilgisayardan yazıyorum. Şunu söylemeden geçemeyeceğim, genç yaşta kitap yayınlayanlar için çok üzülüyorum. Yazarlık bilim, birikim işidir. Hele de roman yazıyorsanız konuya bütünlüğünüz, hâkimiyetiniz derinlik ister. O roman sizi öyle yerlere sürükler ki içinden çıkamaz, bunalır ve bırakırsınız. Genç yaşta kitap yayınlayanlar ne yazık ki yaşları kemale erdiğinde o kitapları beğenmeyecekler. Oysa isimleri eğer geleceğe kalacaksa o kitaplar da kendileriyle birlikte anılacak ve sonuçta başarılı veya başarısız bir yazar olarak nitelenmelerinde başucu kaynağı olacaktır. Yazarlık ona buna hava atma mekanizması değildir... Ben neden mi yazıyorum? Toplumcu-Gerçekçi bir yazar niçin yazar? Neyi yazar? İşte bundan dolayı yazıyorum.


Konularınızı gerçek yaşamdan alıyorsunuz. Peki konu seçimi tesadüfî mi, mesela biraz içgüdüye dayalı mı oluyor? Birde hayatın sanatı taklit ettiğine inanıyor musunuz?


Tüm yazdıklarım gerçek yaşamın içinden alınmadır. Masada oturup hayal üretmiyorum. Üretenlere de yazar demiyorum. Bana göre onlar birer anlatıcıdır. Konu seçimi tesadüfî değil. Neyi yazacağıma ben karar veririm. Önüme altından dağlar yığsalar benim hayatımı yaz diyene itibar etmem. Her gün birçok mesaj alıyorum. Hocam beni yaz, hocam benim hayatım roman gibi ipe sapa gelmez istekler. Herkes hayatının roman olduğunu söyler. Ne var ki gerçekte çok az kişinin hayatı romandır. Çoğu insanın hayatı birbirine benzediği halde o kişi sadece kendisinin o olayları yaşadığını sanır. Örneğin, Narin Safran, özünde, bir rüyanın 500 sayfalık tahlilidir... Kendisini yazmam için para teklif edenlerde oldu. İtibar etmedim. Benim kalemim satın alınamaz, kiralanamaz. Ben istersem yazarım ancak. Kitaplarımda konu aldığım yaşamların hiçbiri bana gelipte beni yaz dememişlerdir. Yazarken de hiçbirinden izin almadım. Sadece Yitik Hayat'ın karakterine, seni yazacağım bana hayatını anlat demişimdir. Anlattığında da yanılmadığımı gördüm.


Nasıl mı seçiyorum? İnan onları bir şekilde okuyorsun. Bu insanın bir farklılığı var diyorsun. Duruşundan, bakışından, konuşmasından anlıyorsun bunu. O kişiyi deştiğin zamanda yanılmadığını anlıyorsun.


Kurguyu önceden mi belirlersiniz? Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir? Kahramanların sizi alıp götürdüğü, kendi kaderlerini kendilerinin çizdiği olur mu?


Önce kurgu. Olay örgüsü kurgunun doğrultusunda yürür. Kurguyu baştan yapmazsanız olayların içinden çıkamazsınız. Romana hâkimiyetinizi yitirdiğiniz gibi roman size hâkim olur. Karakter sizi alıp gidebilir. Bunu yapması da gerekir zaten. Örneğin, ben, Narin Safran'a bir türlü laf dinletemedim. Kız o kadar dik başlı, öylesine ukâla ki yazarını dinlemiyor. Yazar üç kez romana girip karaktere müdahale ediyor... Balıkçı Kız'ın küfürlü ağzını düzeltmek için dereye atmam gerekti. Yitik Hayat'ın kurgusu için kitabın girişinde karakterle yazar arasında telefon görüşmesi oluyor ve karakter anlatmaya başlıyor. Yazar kitabın sonuna kadar karakterini telefonda dinliyor. Ve kitabın sonunda Balıkçı Kız geliyor. Bak, burada hiç denenmemiş bir olay var. Bir kitabın karakteri (Balıkçı Kız) diğer bir kitaba (Yitik Hayat) giriyor. Birbirinden bağımsız iki kitap arasında duygusal bağlantı kuruluyor.


Bir yazar olarak okuduğunuz ve çok beğendiniz yazarlar kimlerdir? Örneğin olmazsa olmazınız kitaplar/yazarlar hangileridir.


Rus Edebiyatı vazgeçilmezimdir. Turgenyev, Dostoyevski ve Tolstoy en beğendiklerim. Bunların dışında Kafka, Gorki, Stainbeck, Hamingway, Austen, Eliot, Dumas, Bronte hayran olduklarım. Suç ve Ceza, Babalar ve Oğullar, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Monte Kristo Kontu, Anna Karenina, Aşk ve Gurur, Uğultulu Tepeler beğendiklerimden bir kaçı.


Sizce modern Türk Edebiyatının temel sorunu ne?


Böyle bir edebiyat varsa temel sorunu "kompleks"dir derim.


Günümüzün çok satan yazarlarından birisi “Çok kolay yazıyorum, üç beş ay içinde bir roman yazıyorum.” demişti. Sizce çok kolay yazılır mı? Sizin Narin Safran’ı yazarken akli melekelerinizi zorladığınızı ve kaç defa hasta olduğunuzu, baygınlık geçirdiğinizi okudum.


Yukarıdaki soruya boşuna "kompleks" dememişim. Asla kolay yazılmaz. Düşünün, bir roman yazmak bir dünya yaratmaktır ve siz o dünyayı çok kolay yarattığınızı vurguluyorsunuz. Bu kompleks değil de nedir? 3-5 ay içinde roman yazılır, yazılmaz değil. Ben "Dökün Beni Yıldızlara"yı 5 ayda yazdım. Ama gece gündüz çalışarak, çok az uykuyla yetinerek yazdım. Buna rağmen ortaya çıkıp da 3-5 ayda bir roman yazarım diyemem. Narin Safran'ı 3 yılda yazdım. Bir romanın kaç sayfa olacağına kurguyu kurarken karar veremezsiniz. Siz kurguyu kurarsınız ve kitap başlar. Kitabın kaç sayfa olacağına romanın kendisi karar verir. Çünkü, o yazdığınız eser hayattır, dünyadır. Sizi de içine çeker. O derinlikte boğulursanız içinden çıkamazsınız. Sadece bu kurguyu şu kadar sayfada anlatırım diyebilirsiniz o kadar. Bu hesap da her zaman tutmaz. Bir romanı 3 ayda yazarım dediğinizde en başta sayfa sayısını da belirlediniz demektir. Belirlediğiniz sayfaya geldiğinizde roman bitmediyse ne yapacaksınız? Süre doldu mu diyeceksiniz? 40 yıllık yazarım böyle bir komediyle karşılaşmadım. Bunu diyenin çok satan veya az satan yazar olması önemli değil. Nice çok satanların çoğuna yazar bile diyemiyoruz. Narin Safran'ı yazarken yaşadıklarımı güzel vurguladınız. Evet, gerçekten akli melekelerimi zorladım. Baygınlık geçirdim, düştüm ve omuzum kırıldı. Kırık omuzla, sargılar ve ağrılar içinde kitabı yazmaya devam ettim. Narin'in gördüğü rüyanın laneti benim üzerime geldi dedim. Sanki gizli bir güç kitabın bitmesini istemiyor gibiydi. Esasında o gizli güç bendim. Çünkü, karakterim beni yani yazarını çok bunalttı. Kitabın 500 sayfa olmasının nedeni de bu. Düşün, yazar kendi karakterine laf geçiremiyor ve kitabın içine girip müdahale ediyor. Üstelik bir rüyayla başlayan kitap yine bir rüyayla bitiyor... Bu iki rüyayı da Narin, gerçekten gördü. Beni mutlu eden ise kitabın finaline herkesin hayran olması ve 500 sayfalık kitabı bir günde okumuş olmaları.


İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ der. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek işi midir? Ya da sonradan emek verilerek geliştirilebilir mi?


Emek verilerek geliştirilir. Tabii ki yetenek şart. Ancak bunun doğuştan gelmesi gerekmez. Doğuştan gelen zekâdır. Zekâ da geliştirilir. Okuyarak, doğru beslenerek zekâyı geliştirir, muhakeme yapabilme yeteneğinizi, öngörünüzü üst seviyeye taşıdığınızda pekâlâ yazabilirsiniz. Bunun için çok okumak ve patlamak gerekir. Doğuştan yeteneğiniz yoksa istediğiniz kadar kurs alın gitarist olamazsınız. Yazma ise farklı. Kötü bir yazar olmaktansa iyi bir kitap okuru olmak daha güzeldir. Çok az kişinin hayatı romandır. Kendi hayatını yazmaya kalksa on sayfayı bulamaz. Aynı kelimeleri tekrar tekrar kullanmaya başlar. Cümleleri bile kopyala yapıştır gibi olur. O zaman da hayatını yazdırmak için yazar aramaya başlar. Gerçekten yazılacak hayatları zaten yazıyoruz. Duyduğumuz veya okuduğumuz tek bir cümle bile yüzlerce sayfalık roman yazmamıza neden olabilir ama, binlerce kişiden birinin hayatı sadece roman olur. Roman diye yazılan her kitabın da roman olmadığını bilelim. Roman disiplini denen bir şey var.


Yazma ritüelinizden bahseder misiniz? Yazmaya başlamadan önce küçük takıntılarınızı yerine getirir misiniz? Örneğin hangi ortamda, ne tür materyallerle, hangi müzikle, nasıl bir coğrafyada yazmayı tercih ediyorsunuz?


Yoooo, hiç öyle ritüellerim falan yok. Ben gökyüzüne herkesin baktığı gibi bakmam. Güneşin doğuşunu veya batışını herkes gibi izlemem. Tren geçerken vagonları saymam. Yazarken müzik dinlemek gibi ya da içki içmek gibi huylarım yok. Sarhoşken daha mı iyi yazılıyor? Yok öyle şey. Yazıyorsan ayık olacaksın. Aklın yerinde olacak. Sarhoş kafayla Narin Safran'a, Balıkçı Kız'a gel de hükmet bakalım. Yazarıyla dalga geçerler. Coğrafya çok önemli değil. Bilgisayarın tuşlarına dokunmaya başladığımda sakin bir ortam olmasını dilerim. Dışarıdan gelen aşırı gürültü konsantrasyonumu bozabilir. Yoksa, ben kitaplarımı yolda yürürken, bahçemdeki çiçekleri koklarken, denizde yüzerken yazıyorum zaten. Gerisi bilgisayara dökmek.


Gençlerin sosyal medyada çok vakit geçirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şeyin başı beğenilme, fark edilme, bireysel hayatının daha çok kişi tarafından bilinmesi mi sizce?


Sanmıyorum. Bu 20. ve 21. yüzyılın hastalığıdır. Kanserden daha kötü ve yaygın bir hastalık. Sosyal medyayı kastetmiyorum bu sözümle. Tam tersine sosyal medya bu anlamda iyi bile olmuştur. İnsanlar kendilerini ifade edebilecek bir ortam buldular ve bunu sonuna kadar zorluyorlar... Kötü olan 20. ve 21. yüzyılın yarattığı içi boş insan. Dışardan bakıyorsunuz karizma mükemmel ama içini açıyorsunuz boş. Ya da karpuzu kesiyorsunuz, kabak. Yenir mi? Yenmez. İşte çoğunluğun oluşturduğu bu insanlar da sosyal medya da ahkâm kesiyorlar. Bir bakıyorsunuz herkes filozof kesilmiş. Ömründe kitap okumamış bir insan bana yazarlık dersi verebiliyor örneğin. Ben iktisat okudum. Ekonomistim ama, bana ekonomi öğretmeye kalkan ilk okul bile doğru dürüst bitirmemiş filozoflar var yani. Bunlar 20. yüzyıldan 21. yüzyıla tabii ki sarktılar ve sarkmaya devam edecekler. Sorun çok derin aslında.


Editörlerin elinden geçmesine rağmen kitaplarda birçok yazım ve noktalama hatası olmasını neye bağlıyorsunuz? Türkiye’de editör sorunu var mı?


Editör sorunumuz yok çok şükür. En iyi editörün elinden de geçseniz mutlaka hata olur. Çoğu yazar editör istemiyor. Bunun nedeni editöre ödeyecek parası olmadığından. Bu da yazım hatalarını artırıyor.


Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz. Fantastik ve bilim kurgu kitaplarının gençler arasında bu kadar çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?


Bilinmeyenin oluşturduğu merak etkileyicidir. Bu kötü bir şey değil. Bilim kurgu hep ilgi çekici olmuştur. Jules Verne'de ilgi çekicidir. Tabii bizde de bir Jules Verne çıkacaksa hiç itirazım olmaz. Ancak, Jules Verne'i okumadan, Stephan King okuyarak bilim kurgu yazmaya kalkan kalıcı bir eser ortaya koyamaz. Amerika'da olsa belki ilgi çeker ama bizde başarı şansı sıfırdır. Bir de polisiye roman merakı var. Bu güzel bir olgu. keşke bizimde bir Agetha Christi'miz olsa. Toplumcu-Gerçekçi bir yazar olarak kendi alanımla ilgilenmeyi tercih ederim. Şunu da söylemeden geçmeyeyim. Aşk romanları çok ilgi çekiyor. Bu eskiden de böyleydi. Ben Kerime Nadir büyük romancıdır dediğimde gülenler olmuştu. Hâlâ aynı kanaatteyim. Yazdıklarında toplumsal içerik yoktur ama çok insana okuma aşkı kazandırmıştır.


Bir gün fiziki kitapların ortadan kalkacağına, e-kitapların okunacağına inanıyor musunuz?


Kâğıt var oldukça kitaplar da var olacaktır. Dünyada bitki örtüsü nükleer bir savaş sonrası ortadan kalkarsa zaten insanlık da biter. İnsanın varlığı ancak bitkilerin varlığıyla olasıdır. Fotosentez konusu yani. E-Kitap selüloz kokusu vermez. Tadı yoktur.


Kitaplarınızda zaman geçişlerini çok iyi yansıtıyorsunuz. Aynı anda hemen bu günü hem geçmişi hem de geleceği yazabiliyorsunuz. ‘Her şey İçin Çok Geç’ öyküsünü, Balıkçı Kızın hayatını, Türkiye’deki milyonlarca insandan, emekçiden biri olan Ahmet Bey’i ve tabii Narin Hanım’ı çok sevdim. Bu gerçekçiliği ve samimiyeti neye borçlusunuz?


Bunun çok kısa bir açıklaması vardır. Karakterlerin yaşamın içinden olması. Toplumcu-Gerçekçi her yazar bunu yapar. Karakterlerin özüne bakıldığında hayata, toplumun dayattığı normlara, mevcut duruma, eğitimsizliğe, cahilliğe karşı duran, yaşama gerçek anlamını vermeye çabalayan, karşılığında ise bedensel ve zihinsel yıpranmaya uğrayan kişilerdir. Elbette bu karakterler rast gele seçilmiyor. Onun için sürekli şu sözü yineliyorum. Çok az kişinin hayatı romandır. Zaman geçişleri yazarın kurguyu doğru kurmasının doğal sonucudur.


Batı ile Doğu’yu arasında gidip gelen bireyin ikilemlerini ve bunalımlarını anlatan çok kitap okudum ama Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki bir öğretmenin yaşadıklarını anlatmanız çok ilginç geldi. Sanırım bu konuda yazılmış ilk roman?


Narin Safran'daki her konu ve olay gerçek değil. Pek çoğu yazarın kurgusu gereği. Kitap 20 ve 30 yıl sonrasını da kapsıyor. Oysa bizim öğretmenimiz henüz 30 yaşına bile varmadı. Bu da kitabın girişinde belirtildi zaten. Evet, bu alanda tek bildiğim kadarıyla. Belki başka eserler de vardır ama ben bilmiyorum. Doğu ve batı arasındaki kültür çatışmasını anlatan başka eser varsa bende bilmek isterdim. Çok sevmenizin nedeni ne olabilir? Narin son derece aksi, lanet, dik başlı birisi. Balıkçı Kız kaba, küfürbaz, Narin'in eşsiz güzelliğiyle asla kıyaslanmayacak fiziki yapıya sahip, Ahmet Bey ise hep aramızda dolaşan bir emekçi. Okuyucu böylesine aksi, lanet karakterleri sevdiyse bunu yazarın karakteri doğru anlatmasıyla ifade etmek gerekir. Bir okuyucum Narin Safran rüyama girdi demişti.


Yeni nesil yazarlara verebileceğiniz öğütler nelerdir? Ne tavsiye edersiniz?


Çok okusunlar. Kitap yayınlamak için acele etmesinler. Yazar olmak bir sonuçtur. Bilgi ve birikimin sonucudur. "Yazar olmak" adlı yazımı mutlaka bulup okusunlar. Aydili adlı edebiyat dergisinde yayınlanmıştır. Bulamayana ben gönderirim.


Yazmak isteyen ancak nereden başlayacağını bilmeyenler için tavsiyelerinizi sıralayabilir misiniz?


Kesinlikle dünya klasiklerini okuyacaklar. Bu onları yazar yapmaz ama birey yapar. Birey olmadan da yazar olunmaz. Önce birey olmayı başaracaklar... Bize romancı lazım. Öykücü lazım. Denemeci lazım. Bizim bir Montaigne’imiz yok, Tolstoy'umuz yok. İlle de şiir diye diretmesinler. Bu ülkede her 2 kişiden 3'ü şiir yazar... Hayatı dolu dolu yaşasınlar. Sevgilileri olsun. Aşkı, sevgiyi yaşasınlar. Hoşgörülü olsunlar, affetmeyi bilsinler. Kindar olmasınlar. Kindar insan sanatçı olamaz. Saksıları olsun çiçek büyütsünler, bahçe sulasınlar, duvar boyasınlar, küçük sevinçlerden büyük mutluluklar yaratsınlar... Bunları yapsınlar nereden başlayacaklarına karar verirler.


Son olarak, Emeklilikte Yaşa Takılanlar ile ilgili çalışmalarınızı biliyoruz, konuyla alakalı son durum ne?


EYT, on yıldır hak alma mücadelesi yapan sayıları aileleriyle birlikte 2 milyonu bulan bir grup. 1999 yılında çıkan 4447 sayılı kanun gereği yaşa takılıp emekli olamayanlar. Bilindiği gibi bu yasa dünyada geriye dönük olarak uygulanan tek yasadır. Bu hukuka aykırıdır. EYT yıllardır bunun mücadelesini verdi. Dökün Beni Yıldızlara adlı kitabım bu mağdur grubun yaşadığı sosyal dramı anlatır. Kitabı okuyanlar gözyaşlarını tutamıyorlar. Bu kitabın tüm gelirini de EYT derneğine bağışladığımı söylemeliyim. Son durum nedir? İnşallah bu mücadelenin sonuna gelindi. Şu an komisyona havale edilen 8 yasa teklifi var. Tüm muhalefet yasanın çıkmasından yana. İktidar Partisi’nin de yasanın çıkması yönünde bir çalışması olduğunu biliyoruz.

Editör: TE Bilisim