Yaklaşık beş yıl kadar evveldi. Kilis’in Türkiye’nin güney sınırında kendi halinde bir il olduğu yıllardı. Sakin bir şehir denilebilirdi. Yaban

Yaklaşık beş yıl kadar evveldi. Kilis’in Türkiye’nin güney sınırında kendi halinde bir il olduğu yıllardı. Sakin bir şehir denilebilirdi. Yabancı illerden gelen memurların tayin istemek için birbirine tavsiye ettiği şehirlerarasında gösterildiğimiz yıllar var ya, işte o zamanlardı. Henüz Arap baharının başlamadığı ve zavallı Suriyelilerin bavullarında keder, acı getirip sokaklarımıza dökmediği günler… Kasvetli bulutların ve korkuların şehri henüz sarmadığı zamanlar…
Kasvetli zamanlar tabirimi garip karşılayanlar, karşı çıkanlar olursa şaşırmam. Herkesin benimle aynı şeyleri düşünmesini ne isterim ne de beklerim. Zaten herkes aynı manzaraya bakıp aynı şeyi göremeyebiliyor değil mi? Haliyle göreceli bir cümle “kasvetli zamanlar,” kabul ediyorum. Birinin, ağlayan çocuk, patlayan bomba, yıkılan ev gördüğü manzarayı başkası kazanılan para, yükselen itibar ve önünde döşenen ikbal görebiliyor değil mi? Birinin darmadağın olmuş İslam coğrafyası dediğine, bir diğeri kalkıp aptalca büyük İslam devletinin şafağı deyiveriyor. O yüzden kimseyi kınamıyorum. Çünkü aynı şeye bakıyor ama farklı şeyler görüyoruz.
Konuyu yine dağıttım sanki. Oysa ben bu gün hoş bir latifeden bahsetmek istiyordum. Haa tekrar edeyim. Benim latife dediğime biri çıkar “ Ne latifesi baya eşşek şakası” derse hiç kızmam.
Neyse! İşte yukarıda söz ettiğim bu yıllarda benim de yakından tanıdığım Kilisli hemşerilerimden biri, ismini bunca okurun gözü önünde yazmayı uygun görmüyorum, Halep’e gidiyor. O yıllarda küçük esnaf niye Halep’e giderse o sebepten gidiyor işte. Biraz çay, biraz şeker; eğer sınırda yakalatmazsa beline sardığı biraz sigara falan... Anlatacağım konu bu kişinin yaptığının etikliği veya yasallığı olmadığı için bu derin mevzuya hiç girmeyip hemen geçiyorum.
Şehre geliyor. Bir yerde bir şeyler yemek istiyor. Seçtiği bir lokantada masaya oturup o günün revaçta yemeklerinden birini sipariş veriyor. Garibim bir maceranın içine düştüğünden habersiz yemeğini bekliyor. Bu arada diğer masada uzun entarisini yaymış, nargilesini höpürdeten bir adamı fark ediyor. Yine bizimkinin dediğine göre fark etmemesine imkân yok. Çünkü o adam, kalın bıyıklarını yer gibi dişeriyle çiğnerken, kocaman gözlerini öyle dikmiş kendisine bakıyor ki! Şimdi siz beyefendiyi tanımazsınız ama ben tanıdığım için rahat konuşabilirim. Bence korktum diyemediğinden bana dikkatimi çekiyor demiştir. Dediğim gibi laf aramızda…
Bir süre sonra hemşerimiz daha fazla dayanamıyor “Hayırdır hacii?” diyor. Adam mükemmel bir Türkçe ile “Sen Kilisli misin” diye soruyor. Bizimki önce şaşırıyor ama “Hee nolucu?” diye hafif dayılanarak cevap veriyor. O zaman yabancı garsona “Ağadan para almayın. Benden!” diyor. Şimdi siz beyefendiyi tanımazsınız ama ben tanıdığım için rahat konuşabilirim. Bence beleş kelimesi ile acayip gevşemiş tav olmuştur o. Laf aramızdaydı zaten…
Devam edelim. Yemekler yeniliyor; çaylar, acı kahveler içiliyor. Muhabbetin en koyu zamanında Suriyeli bizimkinin kulağına eğilip “Ağa” diyor “Ben de vaktiyle Kilis’te yaşayan bir Ermeni’ydim biliyor musun?” Ve daha da eğilip sessiz ve tane tane şunları ekliyor. “Benim babam Kilis’ten buraya geleli yüz yıl olmuş. Gelmeden önce Kilis’in filanca tarafındaki, filanca çeşmenin kırk adım sağındaki filanca evin, filanca şeklindeki bahçe duvarının altına tam beş küp altın saklayıp gelmiş.” Şu satırları bile okurken kalp atışları hızlanan define meraklısı okuyucular için filanca kısmını benim yazdığımı söylemeliyim. Tahmin edemeyeceğimiz hadiselere yol açmak istemeyiz değil mi? Şimdi siz bu beyefendiyi tanımazsınız ama ben tanıdığım için rahat konuşabilirim. Adamın daha küp demesiyle gözlerinde TL işaretinin belirdiğine adım gibi eminim. Laf aramızda tabi…
Bizimkine o Ermeni kardeşimiz daha neler söylemiş neler anlatmış bilmiyorum. Niye kedisinin gelmediğini, bu sırrı kaç kişinin bildiğini, altınların ne kadar değerli olduğu gibi soruları sormuş mu sormamış mı hatırlamıyorum. Ama bizimkinin soluğu Kilis’te aldığını çok iyi biliyorum. Ermeni’nin tarifi iyice kafasına kazıdığından çeşmeyi de evi de eliyle koymuş gibi buluyor.
Aman Allah’ım! Aynen o adamın dediği gibi. Eski, havuşlu ev altınların üzerine bağdaş kurmuş, ağalar gibi karşısında duruyor. Bir tatlı hayallere dalıyor ki sormayın gitsin. Çok geçmeden müstakbel zenginimiz kendine geliveriyor ama. Nihayet doğru soruyu soruyor: “Her şey tamam da altınları nasıl çıkarıcık. Sokağın köşesinde dertli dertli bir siğara yakıyor. Şimdi siz beyefendiyi tanımazsınız ama ben tanıdığım için rahat konuşabilirim. Onda tek başına bu işi halledecek cesaret sanki yok gibidir... Tabi laf aramızda…
Sigarası bitmemişken bir sürprizle daha karşılaşıyor. Bir de bakıyor ki evden çıkan kişi, kendisinin de çok iyi tanıdığı Kilis’in tanınmış, saygın, muhterem, kibar esnaflarından biri. Bizimkinin o zaman, içine ümitsizlik bir kere daha da oturuyor. Çünkü talihi yaver gitmiş çok önemli bir sırra malik olsa da ev çok sevdiği ve tanınan birine ait.
Sözü çok uzattıysam özür dileyip sadede geleyim. Bizim beyefendi günler hatta aylarca evin etrafında ciğer kokusu almış kedi gibi dolanıyor. Ama ne harekete geçebiliyor ne de güvenildiği birini bulup söyleyebiliyor. Sonunda dediğine göre vicdan sızısına daha fazla dayanamayıp esnafın dükkânına gidiyor. Esnaf zaten adamın hallerinden işkillenmiş halde onu bekler buluyor. Daha o söze girmeden “Eee falan efendi, kaç gündür bizim evin etrafında Kabeyi tavaf eden hacılar kimi dönüp duron! Söle derdini de biz de bilek!” Bizim beyefendi biraz altınları paylaşmanın moral bozukluğu biraz gelecek tepkiyi bilemediğinden “Şeyy ağa” diyor. “Ben geçenlerde Halep’e gittim de…” İşte sözün tam burasında o esnaftan beklenmedik bir tepki geliyor.
Elini açıp bizimkinin gözüne sokacak gibi “Duuuur!” diyor. “Ermeni’ yi mi gördün?” diye soruyor. Bizimki biraz korkmuş biraz şaşkın “Heee” diyor. “Altını mı söyledi?” Bizimki yine “Heee” diyor. “Evimizin bahçesinin altında mı dedi” Bizimki aynı ses tonuyla yine “Heee” deyince, o saygın muhterem esnaf Kilis deyimliyle çapıtı çekip “O Ermeni’nin de, altınlarının da, evininde ta Kilis’ten Halep’e kadar…” diye başlayan sonunu sizin de tahmin edebilceğiniz bir cümle kuruyor.
“Ulan bıktım be! Kim bilir kaç kere buradan kalkıp ta Halep’e o Ermeni’yi bulmaya gittim. Kim bilir kaç kişiye sordum. Kim bilir kaç yerde o eşkâli aradım. Yook bulamıyorum. Ulan nasıl bir belaya düştük, bu nasıl bir adam? Bizim evden ne istiyor? Suriye’de Kilisli kimle karşılaşıyorsa aynı yalanı uydurup, saat kurar gibi üstümüze gönderiyor. Artık her gün evin etrafında dolaşan birileri mi dersin, bana ganimetten pay vermeye çalışanı mı dersin, duvarı yıkmak isterken yakaladıklarımızı mı dersin? Bıktım ulan bıktım!”
Beyefendi “Oradan nasıl kaçtım bilemedim. Ondan sonra ne zaman o evin önünden geçsem o Ermeni’nin bıyıklarının altından bana bakıp ta hala kıs kıs güldüğünün görür gibi olurum” diyor.
Velhasıl efendim yazıyı şöyle bitireceğim. O yıllar güzel günlerdi bence. Hani en kötü düzen düzensizlikten iyidir derler ya, yarım da olsa, eksik de olsa sınırımızda bir düzen vardı. Yarım da olsa, eksik de olsa bir devlet ve bu devlet çatısının altında hayatlarını bir şekilde sürdüren komşularımız vardı. Üstelik tüm bunlar çok uzakta değil birkaç yıl önceydi daha..
Eğer patavatsızlık saymazsanız damdan düşer gibi olmazsa şunu da diyeceğim. Efendim, gidişat hiç hayra alamet değil. Zaman kötü… Eğer eşiniz dostunuza yapacağınız latifeler varsa hemen yapın. Maazallah yoksa ne Ermeni kalır, ne Emeni’nin yapacağı latifesi… Haa, burada zaten Ermeni yok diyen olursa o kişiye de zaten hiçbir şey demiyoruz… Zaten laf aramızda…