11 Mart Çarşamba günü Sayın Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamasıyla Türkiye’de Korona virüsü testinin bir kişi de pozitif çıktığını açıkladı. Sonrası hepimiz için koca bir kabus oldu. Çin’in Wuhan bölgesinde ortaya çıkan bu virüs İtalya başta olmak üzere Avrupa’yı çok kısa süre içerisinde ele geçirmeye başladı. Dün yayınlanan verilere göre İtalya’da 627 ölüm, 5.986 yeni vaka sayısıyla birlikte toplam can kaybı 4.032, toplam vaka sayısı ise 47.021 oldu.
Sosyal medya bilgi kirliliği ile doldu taştı. İnsanların neye inanacağını bilmiyorum, ama tek gerçek şu ki, evden çıkan herkes kendiyle birlikte binlerce kişinin canını da tehlikeye atıyor. Aslında Çin’de Korona virüsü salgın hızında ilerlemeye başladığında, bunun Türkiye’yi es geçmeyeceğini biliyordum (herkes gibi). Maalesef haklı çıktım. Şimdi, Türkiye’nin özel ve vakıf hastaneleri kamulaştırılmış, çoğu mağaza süresiz ara vermiş, işyerleri uzaktan çalışma sistemine, okullar uzaktan eğitime başlamış durumda… Bu kararın ne kadar erken veya geç verildiğini ilerleyen günlerdeki tabloya baktığımızda göreceğiz. Bu kadar önlemin en başında gelmesi beklenen bir şey daha var. Herkes o kararın çıkmasını dört gözle bekliyor.
Avrupa’da insanlar uzayda hayat var derken, biz televizyonda, sosyal medyada “Eller nasıl yıkanır” onu öğretmeye çalışıyoruz. Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin dendi, fakat Türkiye gibi “Yasaklar çiğnenmek için vardır” mantığıyla yaşayan binlerce zihniyetin içinde, “Bize bir şey olmaz bizim kalbimiz temiz, inancımız tam. Yediğimiz hamsiler bizi kurtarır” diyen binlerce kafanın içinde “Sokağa çıkma yasağı” ilan edilmeden bu virüsün yayılımını nasıl engelleyeceğiz? Sizin bir fikriniz var mı?
Düşünsenize, elle tutamadığınız, yüzeyde göremediğiniz bir düşman var ve sürekli onunla savaş halindesiniz. Bir şeyleri yanlış yapmaktan ve ona hazırlıksız yakalanmaktan deli gibi korkuyorsunuz. Düşmanınızın ekibi kuvvetli, bir kere yakalandığınızda sizin nefesinizi tüketene kadar durmuyor. Hatta o kadar güçlü ki, sizin sayenizde binlercesine de bulaşabiliyor. Peki ya bizim ekipmanımız nasıl? Sabah perdeyi açtığımda elini kolunu sallayarak sokakta gezen yaşlılarla dolu yollar. Akşam haberlerde asker uğurlamasına katılan bir otogar dolusu insan, Elazığ Kapalıçarşı da “Korona diye bir şey yok. Bizim inancımız tam” diyen 70 yaş üstü bir topluluk. Biz bir tek virüsle değil, aynı zamanda bu insanlarla da savaşıyoruz. Bir de sosyal medya var… Olsa mı daha iyi olmasa mı diye bazen düşünüyorum. Kafayı yemek için de kafayı dağıtmak için de elimizde kalan tek şey. Yalnız çok fazla dalınca içinden çıkamıyorsunuz. Ben denedim!!!
Şimdi yapılması gereken şey, herkesin kendini “Korona ihtimali ” var gibi eve kapatıp, bu süreci sağlıklı bir şekilde atlatmayı beklemesidir. Dışarıda hayat yok, biz dışarı çıkarak var olan hayatları yok ediyoruz. Her şeyden önce kendi sağlığını korumak için attığın bir adım, binlerce hayatı kurtarmak için attığın bir adım demektir. “Evde Kal Türkiye” diye bağıran binlerce genç, bu ülkenin yaşlısını, insanını korumak için çaba sarf ederken, cahil cesareti gösterip, var olanı yok saymak örülmüş bir örümcek ağından başka bir şey değildir. Pazarlığa girilen şey malınız değil, canınız ve binlerce masum insanın canı.
Evet, hızla yayılan bir virüs ve gün geçtikçe artan bir sayı tablosuyla karşı karşıyayız. Her gece saat 23:00 oldu mu korku dolu bekleyiş başlıyor. Psikolojik olarak bu zor dönemleri aşmak istiyorsak, kendimizi evimizde hissetmeliyiz, hapiste değil. Hep söylerim; hayat bizim bir adım önümüzdedir. Olanlara kader deyip ağlamak ise ancak yapılması gerekeni zamanında yapamamış olan insanların yakınmasıdır. Kaderimizi inkar edemeyiz, ama kader deyip bükülerek her şeyi kabul de edemeyiz. Evden Dışarı baktığımda, sokakta yaşayan binlerce evsizi düşünüyorum, çöp toplayanların korkularını, çaresizliklerini, marketler yağmalanırken evine bir poşetten fazlasını götüremeyen işçiyi, personel olduğu için çalışmazsam nasıl para kazanırım deyip, her sabah korka korka sokağa çıkan, toplu taşımaya binen milletimi düşünüyorum. Tek derdi sadece evde oturmak olan insanların yakınmaları, ağlamaları onlara yapılmış büyük bir haksızlık değil mi?
Bundan bir ay önce, evinde olamadığı için hayıflanan, dinlenemediği için dert yanan, her gün gittiği işe lanet okuyan birçok kişi tanıyorum. Siz de tanıyorsunuz. Aslında hayat, farklı bir pencereden bize istediğimizi verdiğini söylüyor. Belki de bazı şeyleri dilerken, eksik cümle bırakmamalıyız. Bugünün değerlendirmesini de biz yapabiliriz, bu sefer eksik cümle bırakmadan. Kişinin kendini tazelemesi, beyninin uyuyan kısımlarını uyandırması için doğru zaman olabilir. Yeter ki uyanmamak için direnmeyelim…
Covıd-19 virüsü için çocuklara bulaşmadığı söylendi. Bu insanlığa verilmiş bir mesaj değilse, başka ne olabilir. Boğulan, yakılan, yaşamla ölüm arasında arafta kalan, öksüz kalan, “Allaha her şeyi anlatacağım” diyerek ölen çocukların insanlığa bir cezası değil mi?
Unutmayın, her dünyanın kendi adaleti vardır. Biz bazen kapanmamış hesapların sonsuzlukta sorulacağını düşünürüz, ama bu dünyanın hesabı belki de bu dünyada kapanıyordur. İnşallah bu beladan da kurtulacağız. Dilerim o gün geldiğinde karanlık geceleri unutup, güneşin doğuşuyla aydınlıkta gözlerimiz kamaşmaz. Tüm bu yaşananların değeri geceyi aydınlatan bir yıldız tanesinde gizlidir. O umudun değerini bilirsek, kim bilir belki de dünya insanlığın gazabından kurtulur, belki daha az çocuk ölür, daha az insan öldürülür. “Ben ölmek istemiyorum” diyen kadınlar, “Anne ne olur ölme” diye haykıran evlatlar olmaz. Yolun yokuşunu çıktıktan sonra, akıttığımız terin sıcaklığını unutmayalım. Hayat yokuşlarla doludur. Yollar hiçbir zaman bitmez