“Ya eyyühellezîne âmenû! Âminû!” / “Ey iman edenler! İman ediniz!” (Nisa: 136) Hitap ve sesleniş müslümanlara. İman etmiş, inanmış olanlara. Evet, iman ettiniz. Müslümansınız. Ama iman etmekle, inanmakla kalmamalı bu inanç. Çünkü iman; amel etmeyi, inandığı gibi olmayı, inandığı gibi yaşamayı, söz verdiği gibi olmayı da gerektiriyor.

     İlim ve amel; Ayın, Lam, Mim harflerinden meydana gelen Arapça iki kelime. İlim; Ayın, Lam, Mim’den. Amel ise, Ayın, Mim, Lam’dan oluşuyor. Çünkü Arapçada kelimenin kökü üç harften meydana gelir. Fakat bu üç harfin yerleri değişerek farklı manalar meydana gelse de, kelimelerin ruh mânaları / öz anlamları aynı kalır. Bu durumda “ilim” ve “amel” kelimelerinin kök anlamları birdir: “Bilmek.”

     İlim / nazarî olarak bilmek, amel / fiilen bilmektir. Bir bakıma biri manevî, diğeri maddî biliştir. Biri soyut, öteki somut biliş. Biri manevî, diğeri maddî. Biri mânen biliş, diğeri madden, fiilen / yaparak biliş. “İman” bir bilişse, “amel” onun uygulanışı. Yani yaparak biliş. Bilinen, inanılan şeyin gereği yapılmıyor, gereği yerine getirilmiyorsa; o biliş, sözde kalmaya, zamanla unutulmaya mahkûmdur.

     İslâm; ilim, biliş ve inanış. Amel ise fiildir. Bilinen ve inanılanı hayata geçirmektir. Biri potansiyel, diğeri onun kinetiğe dönüştürülmesidir.

     İnanç / iman “kuvve” ise “amel” fiil, hareket ve oluştur. Klâsik ifade ile “Kuvveden fiile” geçiştir. Mânanın somutlaşması, maddeleşmesi, görünür hâl almasıdır.

     Zaten medeniyet de, her alandaki bilginin, yani “kuvve”nin “fiil”e geçirilmesi; somut ve madde olarak görünen, dokunulan bir hâl alması değil midir?

     Evet ilim, fikir, biliş, bilme, düşünce, tasavvur ve hayâl “kuvve”dir. Bunların hayata geçirilmesi, gerçekleştirilmesi görünür, dokunulur bir hâl alması ise “fiil”dir.

     İşte buna “Kuvveden fiile geçme.” diyoruz.

     İşte ilim ve biliş: Ancak mânadan maddeye geçildiği; işlenmiş, yapılmış, olarak karşımıza konulduğu; bunların beş duyuya; yani görme, işitme, koklama, dokunma ve hatta tatma uzuv ve organların; algılama yetenek ve duyumlarına hitap ettiği zaman; bir fetih bir kazanımdır. Aksi takdirde zamanla unutulmaya mahkûm olur.

     Nitekim görünüşte müslüman ile hristiyan aynıdır. Ne zaman ki, biri namaza kalkar; onun müslüman olduğunu anlarız. Bu yüzden Namaz için, “Müslümanın alâmet-i fârikası / ayırıcı özelliği.” denilmiştir. Çünkü, onu müslüman olmayandan ayıran; farklı oluşunun somut bir göstergesidir.

     Meselâ: Öğrenciyi okula kaydetmekle iş bitmiş olur mu? Ayrıca okula devamı, dersine çalışması, vazife ve ödevini yapması gerekir. Yoksa kaydı olup da, gerekenleri yapmayan talebenin eline, belli bir süre sonra, diploma yerine tasdikname verilir.

     İşte âyet; iman etmekle, inanmakla İslâma kaydını yaptıran bir müslüman; İslâmın kendisinden istediklerini yerine getirmezse; bu inanç, bu kabul, bu mensubiyet ve aidiyetin; kula hiçbir kazanım sağlamayacağını ifade ediyor.

     Âyet; iman edenlere, müminlere / inananlara “Âminû!” tekrar ve yeniden “İman ediniz!” diyorsa, durup, iyice bir düşünmek gerek.

     Sadece “İnanıyorum.” demek; talebenin okula kaydolması gibidir. Talebe okula devam etmez, çalışmaz, ödevlerini yapmazsa; bu öğrenci gerçekten öğrenci sayılmaz. Sonu hüsran ve acıyla biter.

     İşte bir kimse müslüman olduğunu bilir de, gereğini yerine getirmez, dinin icaplarını yapmaz,  yani “amel” etmezse, onun imanı taklîdî bir imandır. “Öz”de değil “söz”de bir inanıştır. Bu iman; inanç ve “kuvve”sini, amele / “fiil”e geçirmiyorsa; imanı var gibi sanılan, bir aldanıştan ibarettir.

     “Böyle gecenin hayır umulur mu seherinden?”                                                                                                       

     Böyle bir inanç: Kulu, yarın Allah huzurunda temize çıkarır mı? Oysa: 

     “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.

     Görünür kişinin rütbe-i aklı eserinde.”

     İşte âyet; kulu ilmiyle âmil olmaya / amel etmeye davet ediyor, çağırıyor.